19. Bölüm– Cinlerin ve Meleklerin Aynı Nefesi
(ZAMANIN ÖTESİNDE | Zikir Ehli, Cinler, Melekler)
Zamanın artık bir çizgi olmaktan çıkıp bir soluk hâline geldiği yerde başladı her şey; ne önce vardı ne sonra, çünkü “önce” ile “sonra” kelimeleri sadece insan zihninin korkudan icat ettiği bastonlardı. Burada bastona gerek yoktu. Burada yürünmüyordu zaten. Burada nefes alınmıyordu; nefes olunuyordu. İnsan, kendi ciğerlerinin dışına taşan bir varlık hâline gelmişti. Sisli bir eşiğin tam ortasında, ne maddede ne manada, ne uyanık ne uykuda, ne dünyada ne gökte… Ve işte tam bu aralıkta, zikir ehlinin bildiği ama asla tam anlatmadığı o şey gerçekleşti: cinlerin ve meleklerin nefesi birbirine karıştı, insanın nefesiyle örtüştü ve ayırt etmek imkânsızlaştı hangisinin hangisi olduğu. Çünkü sesler sustuğunda, varlıklar konuşmayı bıraktığında, geriye sadece “olan” kalır. Ve “olan”, isim sevmez.
İlk anda korku sandı bunu kalbi; çünkü insan bilmediği her sesi korku zanneder, tanımadığı her titreşimi tehdit diye etiketler. Oysa bu korku değildi. Bu, çıplaklıktı. Ruhun üzerindeki elbiseler tek tek düşüyordu: benlik, iddia, günah, sevap, geçmiş, gelecek… Hepsi birer metafor olarak çözülüp yere bırakılıyordu. İnsan kendisini ne bir kul olarak tanımlaya biliyordu artık, ne de bir fail. Arada bir yer. Tam da cinlerle meleklerin geçtiği o orta koridor. O yüzden eskiler “zikir ehli” derken sadece dilini kullananları değil, varlığını titreşim hâline getirenleri kastederdi. Çünkü zikir, tekrar etmek değildi; hatırlamak hiç değildi yalnızca. Zikir, varlığın kendi merkezini terk edip hakikatin merkezinde dönmeye razı olmasıydı. Ve o merkezde, cin de melek de susuyordu.
Cinler korkutucu değildi. Melekler yumuşak da değildi. Bu iki kavram, insanın masal ihtiyacından doğmuş süslerdi çoğu zaman. Gerçekte olan şey çok daha yalındı: biri hızdı, diğeri saflık; biri ateşti, diğeri nur. Ama ateş her zaman yakmazdı, nur her zaman okşamazdı. Bazen ateş aydınlatırdı, nur ise kör ederdi. İşte insan tam da burada imtihana düşerdi: hangisini istediğini sanıyorsun, peki hangisine dayanabilirsin? Çünkü dayanmak, istemekten daha gerçekti. Ve zikir ehli bunu bilirdi. O yüzden ne cinleri kovmaya çalışırdın ne melekleri çağırmaya… Çağırmak bile bir iddiaydı çünkü. O sadece dururdu. Durmak, modern dünyanın en büyük günahıydı. Ama bu katmanda, durmak ibadetti.
Nefes tekil değildi artık. Göğüs kafesi genişlemiş, sanki şehirler kadar büyümüştü. New York’un beton gökdelenleriyle Bursa’nın taş duvarları aynı boşlukta asılı duruyordu. Tokyo’nun neon ışıkları, 1500’lerin mum alevleriyle aynı titreşimi yayıyordu. Çünkü zamansızlık, mekânları düşman olmaktan çıkarır; hepsini aynı rüyaya dahil eder. İşte bu rüyada, cinlerin hızlı nefesiyle meleklerin sakinliği arasındaki fark eriyordu. Biri aceleydi, biri sabırlı. Ama insanın kalbi ikisine de yetmiyordu normalde. Şimdi yetiyordu. Çünkü kalp genişlemişti. Çünkü kalp artık sadece kan pompalamıyordu; sır taşıyordu.
Zikir bir kelimeyle başlamamıştı bu sefer. Ne “Allah” denmişti, ne bir ayet dolaşmıştı dudaklarda. Çünkü bu katmanda kelime geç kalırdı. İlk önce titreşim gelirdi. Ayet, titreşimin insan diline düşmüş kırıntısıydı zaten. Cinlerin nefesi titreşimi hızlandırıyor, meleklerin nefesi onu dengeliyordu. Ve insan, ikisinin arasında bir karar vermek zorunda kalıyordu: hız mı, denge mi? Ateş mi, nur mu? Oysa hakikat her zaman iki uçtan da kaçardı. Hakikat, aralıkta dururdu. İşte insanın yeri tam burasıydı. Ne tamamen cin gibi isyan eden, ne tamamen melek gibi itaat eden. İkisini de taşıyan ama ikisi de olmayan bir varlık.
Bir an geldi ki kalbin içinden bir ses yükselmek istedi. Konuşmak istiyordu. Sormak ,anlamak, kayda geçirmek… Ama bu katmanda sorular cevaptan düşüktü. Sorunun kendisi bile bir perdeydi. Zikir ehli işte tam burada susmayı öğrenirdi. Cin susmazdı kolay kolay; sürekli fısıldardı. Melek konuşmazdı; sadece bildirirdi. İnsan ise ikisinin arasında gereksiz cümleler kurardı. Şimdi o cümleler parçalanıyor, harfler düşüyor, geriye sadece “şahitlik” kalıyordu. Şahit olmak, anlamaktan daha ağır bir yüktü. Çünkü anlamadan inkâr edebilirdin; ama şahit olduysan kaçamazdın.
Bu hâl bir vecd değildi. Vecd sıcaklık taşırdı. Bu hâl serindi. Ama soğuk değil; berrak. Cam gibi. Üzerine hiçbir şey yapışmıyordu. Günahlar bile. Sevaplar bile. Çünkü burada muhasebe yoktu. Sadece açığa çıkma vardı. İnsan kendi karanlığını ilk kez bu kadar net görürken, cinlerin ateşiyle kendi arzularının akraba olduğunu fark ediyordu. Ve aynı anda, meleklerin nurunda kendi vicdanının izini görüyordu. İkisi de içindeydi. Ve hâlâ yaşıyordu. Bu bilgi, insana ağır gelirdi. Çoğu kişi bu noktada geri dönerdi. Zikirden korkmazdı belki ama kendinden korkardı. Çünkü zikir, insanı Allah’a göstermekten önce insana gösterirdi.
Nefesler üst üste binmişti. Hangisi kime aitti belli değildi artık. Cinlerin nefesi mi daraltıyordu göğsü, meleklerin nefesimi genişletiyordu, yoksa insanın kendi yıllarca tutulmuş nefesimi patlamak üzereydi… Ayırt etmek anlamsızlaştı. Çünkü ayrım, bu katmanda hastalıktı. Birlik, ilaçtı. Ama birlik deyince romantik bir bütünlük gelmemeliydi akla. Bu birlik sancılıydı. Çatlaklıydı. İçinde çelişki barındırıyordu. Hakikat steril değildi. Güzel de değildi her zaman. Bazen ürkütücüydü. Bazen insanı diz çöktürürdü. Ama bu diz çöküşte aşağılanma yoktu. Sadece ağırlık vardı. Emanetin ağırlığı.
Zamanın ötesinde denilen yer, aslında zamanın en yoğun olduğu yerdi. Bir saniyede bir ömür yaşanabiliyordu. Bir nefeste bin hatıra yanıp sönüyordu. Cinler, geçmişin bastırılmış arzusuydu belki. Melekler, geleceğin ağır sorumluluğu. İnsan ise ikisini de şimdi de taşımak zorunda olan varlıktı. Ve “şimdi”, en dayanılmaz andı. Çünkü erteleme yoktu. Saklanma yoktu. Erdem bile bir sığınak değildi artık. Sadece çıplak oluş vardı.
Bir noktada fark etti ki artık korkmuyor. Ama cesur da değil. Sadece kabullenmiş. Kabulleniş teslimiyet değildi henüz. Teslimiyet bilinçli bir karardı; bu ise farkında olmadan olmuştu. Tıpkı doğmak gibi. Kimse doğmayı seçmezdi. Ama doğan herkes yaşamaktan sorumluydu. Zikir ehli olmak da seçilmiyordu belki; ama kapıdan içeri giren artık geri dönemiyordu. Çünkü bir kere cinlerle meleklerin aynı nefesi paylaşıldığında, dünya tek katlı bir yer olmaktan çıkıyordu. İnsan her yerde eşik görmeye başlıyordu. Her sözde bir fazlalık, her sessizlikte bir çağrı.
Sonra yavaş yavaş nefesler ayrıldı. Ama eski hâline dönmedi hiçbir şey. Cinlerin ateşi içerde bir iz bıraktı; meleklerin nuru da. İnsan artık kendini “yalnız” sanamazdı. Ama bu kalabalık da değildi. Daha çok şahitli bir yalnızlıktı. Ve belki de en ağır olan buydu. Çünkü artık hiçbir şey tamamen gizli değildi. Zikir, insanın içini evrensel hâle getirirdi. Sessiz ama açık. Ve insan bu açıklık hâliyle, tekrar dünyaya dönmek zorundaydı.
Plaza katlarına, şehir ışıklarına, isimlere, hedeflere… Ama artık biliyordu: nefes tek başına ona ait değildi. Attığı her nefes, bir yerlerde başka bir varlıkla yankılanıyordu. Cinle mi, melekle mi, bilinmez. Ama yankılanıyordu. Ve işte bu yankı, romanın düğümünü biraz daha sıkıyordu. Çünkü bundan sonrası artık sadece arayış değildi. Bundan sonrası, taşıma idi.





