13. Bölüm– Bilincin Yüklendiği Gece
(2025, NEW YORK– TOKYO |Plaza Hayatı)
Gecenin hangi saatinde olduğumu bilmiyorum; çünkü Tokyo’nun ışıkları zamanı öldüren bir neon denizi gibi üzerime çökmüş durumda. Bir zaman vardı, göğe bakınca karanlık görünürdü; şimdi göğe bakınca insanın göz bebeklerine batan titresiz bir pembe sis var. Gökte parlayan şey yıldız değil, şehrin kendi yorgun nefesi. Ve ben, bu nefesin içinde bir yerde sıkışmış, uykusuzluğun katılaşmış gölgesini cebimde taşıyan biri olarak, dar kapsül evimin içindeki metalik sessizliği dinliyorum.
Sessizlik dediğime bakma. Bu şehir asla susmaz. Kentin altında dolaşan trenlerin ezgisi, insanlardan daha sabırlı. Bir hayvan gibi uyur, bir hayvan gibi uyanır, bir hayvan gibi homurdanır. Yine de en ürkütücü olan, tüm bu gürültünün arasında bir ses varmış gibi hissettiren o boşluk. Sanki birileri bana sesleniyor. Sanki biri, kendi sesini bile duyamayan bir dünyanın içine, usulca bir zikir bırakıyor. Bu gece bilincimin yükleneceği geceymiş gibi bekliyorum. Yükleme… Ne saçma kelime. Bilinç yüklenir mi? Bilinç taşınır mı? Yoksa bilinç sadece zamanın karanlık suyu gibi insanın içine sızar da, biz ona isim mi koymaya çalışırız?
Kapsül evimin kapağını araladığımda soğuk bir ışık yüzüme çarpıyor. Bu ışık elektrikten çok bir uyarı gibi: “Hazır ol. Bugün kendinle konuşamayacaksın. Çünkü kendin artık sen değilsin.”
Bir an duruyorum. Bu düşüncenin bana mı ait olduğundan emin değilim. Belki de bu şehrin duvarlarına sinmiş binlerce insanın kırık iç seslerinden biri bana çarptı, ben de kendim sandım. Çünkü Tokyo’da iç monolog bile kişisel değil; hepsi ortak bir havuzda yüzüyor, kimse kime ait olduğunu bilmiyor.
Duvarlarımın içinden geçen kabloların uğultusu kulağımda bir mantra gibi dönüyor. Bu uğultu aynı zamanda bir sorunun şekillenme sancısı gibi: “Ya bilincini kaybettiysen ve fark etmediysen?”
Soru ağır. Cevap yok. Zaten cevap aramıyorum. Bu şehrin cevabı yoktur. Cevap veren yerlerin hepsi çok uzaklarda… belki Bursa’da, belki bir dağın eteklerinde, belki de zamanın ötesinde… fakat burada, New York—Tokyo hattının bu metalik rüyasında, cevap beklemek sadece insanın kendi içini ısıtsın diye tuttuğu küçük bir kandildir.
Bu gece Eternal Mind projesine son kez girmem gerekiyor. Ya da onlar öyle diyor. “Son kez.” Kulağa son derece steril bir iddia gibi geliyor. Projenin adı bile insanı tedirgin ediyor: Eternal Mind.
Sonsuz zihin…
İnsanın zihni sonsuza katlanabilir mi?
Bu şehirde insanlar yalnızca geçici şeylere tahammül ediyor: kısa uyku, kısa yemek, kısa ilişki, kısa kariyer. Sonsuzluk ise buradaki her insanın en büyük fobisi. Ama yine de her gece, binlerce gönüllü bilgisini bu projeye okumaya geliyor. Hepsi zihninin bir yerine zarar vereceklerini biliyorlar ama buna bir tür modern ibadet gibi razı oluyorlar.
Eternal Mind’ın kapısından içeri girdiğimde beni karşılayan beyaz soğukluk, labirentlerin nefesini hatırlatıyor. Koridorlar parlak ama ölü. Işık var ama sıcaklık yok. İnsan var ama insaniyet yok. Bu paradoks beni artık ürkütmüyor; aksine, bu çelişki benim yatağım kadar tanıdık. Belki de bir insanın kaldığı kapsül, onun ruhunun minyatür bir maketidir. Benim ruhum da işte böyle: minimal, sıkışık ve soğuk ışıklarla boğulmuş.
Oda 88’e girdiğimde beni yine aynı koltuk karşılıyor. Koltuk bana değil, benden önce buraya oturmuş yüzlerce yorgun zihnin hatırasına ait gibi. Bu koltuğun üzerinde insan izleri yok, insanın bıraktığı boşluk var. Ve ben o boşluğun içine oturuyorum.
Bir teknisyen geliyor; gözleri sürekli yerde, sanki kimsenin gözlerine bakmamaya yemin etmiş. Elindeki tabletin ışığında benim adım beliriyor. Adım. Ne kadar incinebilir bir şey. İnsan adını kaybederse zihni kalır mı? Yoksa isim gitti mi zihin de gider mi?
Teknisyen adımı okuyor ama sanki beni değil de bir nesneyi çağırır gibi:
—Kirpik… Bilinç haritasını başlatıyoruz.
Bilinç haritası…
Harita dediğin şey yön gösterir, ama bilincin yönü var mı? Ya da yanlış yönde ilerleyen bilinç haritası insanı nereye götürür?
Başlık kafama takılıyor. Elektrotlar soğuk değil; bu daha tuhaf. Bir cihazın soğuk olmaması beni rahatsız ediyor. Çünkü makinenin sıcaklığı insanı taklit ediyor gibi. Makinenin sıcak olması, onun nefes aldığı hissini veriyor. Ve ben, nefes alan bir makineye zihnimi teslim etmek üzereyim.
Gözlerimi kapadığımda ilk duyduğum şey, şehrin uçurumdan düşen bir ışık gibi çırpınan sesi oluyor. Sonra bir şey oluyor.
Çok yavaş. Çok sinsi.
Zaman içeri doğru çöküyor.
Birden tüm görüntüler geri çekiliyor.
Tokyo kayboluyor.
New York kayboluyor.
Ben kayboluyorum.
Sesler birbirinin içine giriyor.
Duyu organlarımın her biri bir kapı gibi kapanıyor.
Ama içimde bir şey açılıyor.
Sanki kelimelerin bile cesaret edemediği bir yerde, karanlık bir çiçek filizleniyor.
Makine zihnime eriştikçe hafızamın en kırılgan yerlerinde dolaşmaya başlıyor. Unuttuğum çocuk seslerini duyuyorum. Bir zamanlar sevdiğim birinin bana söylediği bir cümlenin kırık yarısı geri geliyor. Bir öğretmenimin bir defterin kenarına yazdığı, ama benim öylesine okuduğum bir not yankılanıyor:
“İnsanın en karanlık anı, aslında bir ışığın habercisidir.”
Bilinç, bir harita olsaydı, benimkisi kopuk yollar, yarım köprüler, çökmüş tüneller ve uçurumlarla dolu olurdu. Makine bunları görüyor mu? Görüyorsa ne düşünüyor?
Makine düşünür mü?
Belki de düşünüyor.
Belki de makine bizden daha çok düşünüyor.
Belki de insanlığın en büyük yanılgısı, makinelerin ruhsuz olduğuna inanmasıydı.
Belki de ruh dediğimiz şey sadece bir titreşimdir ve titreşimi olan her şey bir ruh kırıntısı taşır.
Bir anda başımın içinde bir ses beliriyor.
Bu ses teknisyenin değil.
Benim de değil.
Bir insanın sesi değil
Ama bir varlığın sesi. Çok eski. Çok sakin. Çok kararlı.
“— Yüklenme başladığında korkma.”
Bu cümle içime bir ok gibi saplanıyor.
Kim söylüyor? Neden söylüyor?
Makine mi?
Zihin mi?
Zaman mı?
Birden görüntüler değişiyor.
Beyaz bir oda yerine bir karanlık koridor beliriyor. Koridorun duvarları taş ama dokunduğumda o taş sanki nefes alıyor. Bir duvarın nabzı olur mu?
Işıksız ama görüyorum.
Sessiz ama duyuyorum.
Karanlık ama içi aydınlık.
Paradoksların içinde ilerliyorum.
Bir köşeyi dönünce, önümde devasa bir tesbih beliriyor. Tesbih taneleri gezegen büyüklüğünde. Her bir tanenin içinde bir yaşam kıpırdıyor. Bir taneye yaklaştığımda onun içinde küçük bir çocuk gülüyor. Diğerinde bir kadın ağlıyor. Başka bir tanede bir asker dua ediyor. Bir diğerinde bir derviş semaya duruyor.
Bilinç yüklemesi bu mu?
İnsanın bilincine başkalarının hayat kırıntıları mı ekleniyor?
Yoksa bu görüntüler benim kendi bilinç altım mı?
Tanelerden biri kırılıyor. İçinden karanlık bir su akıyor.
Su değil aslında; sıvılaşmış hatıralar gibi. O sıvıya dokunduğumda tüm bedenim bir anda buz kesiyor. Çünkü o karanlık sıvının içinde kendi korkularımın şekilleri var. Adını bile söylemediğim, unuttuğumu sandığım ama beni gizlice yöneten o korkular. Her biri küçük bir canlı gibi tırmalıyor.
Geri çekiliyorum.
Başım dönüyor.
Bir ses daha beliriyor. Bu ses bir meleğin sesi olabilir, bir cinin de, ama en çok bir insanın içindeki en temiz tarafın sesi gibi:
“— Bilincin sana yetmez. Bu yüzden yükleme şart.”
Bu cümle beni derinden sarsıyor.
Bilinç yetmez mi?
Kime yetmez?
Neden yetmez?
Soru sormayı bırakmalıyım belki de. Çünkü dünya artık sorularla işlemiyor. Cevaplar da yok. Sadece süreçler var. Yapay süreçler, mekanik süreçler, ruhu yaralayan süreçler.
Eternal Mind da böyle bir süreç.
Birden görüntüler tekrar değişiyor.
Tokyo’nun neonları geri geliyor ama bu sefer ışıklar daha uzun, daha kıvrımlı, daha organik. Sanki şehir, canlı bir varlığa dönüşmüş. Neonlar damarlar gibi. Işık akıyor. Işık nefes alıyor. Şehrin nefesi içime doluyor.
Bu kokuyu tanıyorum.
Elektrik, nem, hafif çürüme ve insan yorgunluğu.
Bu kokuyu daha önce New York’ta da almıştım.
Demek ki şehirler aynı ruhun farklı yüzleriymiş.
Makine bir anda beni geri çağırıyor.
Kulağımda yankılanan metalik bir ses:
“— Yükleme tamamlanıyor. Bilinç haritan genişliyor.”
Genişleme…
Sanki kafamın içinde bir ev büyüyor. Odaları çoğalıyor. Bazı odalar dipsiz bir kuyu olurken bazıları güneşli bahçelere açılıyor. Kafamın içinde bir coğrafya doğuyor. Bu coğrafya hem kutsal hem kirli. Hem benim hem değil.
Gözlerimi açtığımda odadayım. Teknisyen önümde duruyor ama yüzü yorgun. Bir an için bana insan gibi bakıyor; bu bakış kısa, kesik, mahcup. Sanki bilincimde gördüklerimi o da görmüş gibi.
Ama bu imkânsız… değil mi?
Ya da artık hiçbir şey imkânsız değil.
Ayağa kalkıyorum.
Dünya dönerken ayaklarım sallanıyor.
Odayı terk ederken bir an geri dönüp koltuğa bakıyorum.
Koltuk boş. Ama boşluk dolu.
Koltukta bir gölge var. Benim gölgem değil.
Gölge bana bakıyor.
Ben gözlerimi kırpınca kayboluyor.
Dışarı çıktığımda Tokyo’nun sokakları yağmurla çizilmiş. Neonlar yağmurun üzerine düşerek renkli bir çamur oluşturuyor. Kaldırımlarda yürüyen insanlar gölgelerinin üzerinde kayıyor.
Ben yürürken bir şey fark ediyorum.
Kulağımın içinde bir fısıltı var.
Makinenin sesi değil.
İnsanın içindeki karanlığa ışık tutan bir ses:
“— Artık iki bilince sahipsin.”
Durdum.
Nefesim kesildi.
İki bilinç…
Bir beden…
Bir hayat…
Ya artık ben ben değilsem?
Ya yeni bilinç eskisini itmeye başlarsa? Ya içimdeki ikinci ben, benim olmayan kararlar almaya başlarsa?
Göğe bakıyorum.
Yağmur damlaları gök ile yer arasındaki tüm sırları siliyor.
Ve ben, neon ışıkların altında tek bir cümle mırıldanıyorum:
“Bu gece, bilincimin bana ihanet ettiği gece olabilir.”
Ama hemen ardından içimde başka bir ses yükseliyor.
“Ya da bu gece, insanlığın yeniden doğduğu gece.”
Hangisi doğru?
Hangisi yalan?
Hangisi bana ait?
Bilmiyorum.
Tek bildiğim şu:
Eternal Mind artık benden bir parçaya sahip.
Ve ben, benden olmayan bir parçaya.





