Alper Murat Kirpik Dini HikayelerKıymetli Yazarlarımızdan Seçmeler

Kitabımı Oku “ABIHAYAT”

ABIHAYAT

23. Bölüm– Bursa’da Kalan Yankı

(BURSA, 1500’LER | Barbanas İncilinin İzinde)

Bursa’da ses, duvara çarpıp geri dönmezdi; ses burada toprağa düşer, kök salar, sonra yıllar sonra bir kalbin içinde filizlenirdi. Uludağ’ın gölgesi akşamüstleri şehrin omzuna ağır bir aba gibi çökerken, taş sokakların kıvrımlarında yürüyenler aslında yürümüyor, geçmişten geleceğe doğru yavaşça çözülüyordu. Çünkü Bursa, zamanın doğrusal olmadığı şehirlerin en bilge siydi; burada dün ile yarın arasında yalnızca ince bir tespih tanesi vardı ve o taneyi çeviren parmak çoğu zaman görünmezdi. İşte tam bu şehirde, bir yankı kaldı. Ne tam sesti ne de susuştu. Okunmamış bir ayetin dudakta bıraktığı titreme gibiydi. Ve bu yankının menşei ne bir minberdi ne de bir kılıç; bu yankı, secdenin toprakla kurduğu mahrem konuşmadan doğmuştu.

Yeniçeri artık yeniçeri değildi; zira üniforma, insanın ruhuyla vedalaştığı ilk elbiseydi. Bursa’ya geldiğinde sırtında hâlâ sefer tozu vardı ama gözlerinde ilk kez ev özleği değil, asıl evini kaybetmiş olmanın o tarifsiz sızısı vardı. Barbanas adı, kimi defterlerde İncil kenarına düşülmüş çarpık bir not gibi duruyordu, kimi dillerde ise yalnızca bir fısıltıydı. Ancak bu fısıltı, yeniçerinin geceleri uykusunu bölen şey değildi; onu asıl uyutmayan, bir gece secdeye kapandığında alnının altında hissettiği şeyin taş değil, kalp olduğuydu. Taş kalpti bu; Bursa’nın taş kalbi. Ve her taşın içinde, susturulmuş bir lafız, yarım bırakılmış bir kelime, ağızdan düşürülmüş bir “Lâ ilâhe” vardı.

Tekkenin kapısı her zaman yarı aralık dururdu; kapının kendisi bile tam açılmaya cesaret edemez, çünkü içeri girenin niyetini tartardı. Bu kapıdan geçenler, içeriyle dışarının aynı olmadığını anlar ama farkı açıklayamazdı. İçeride kandiller yanmazdı yalnızca; kandiller yanarken karanlık da yanar, yanmaktan usanırdı. Bir duvarda asılı eski bir Mushaf, sanki okunmamayı kabul etmişti; çünkü orada kitaplar okunmak için değil, insana kendi boşluğunu okutturmak için dururdu. Barbanas’ın İncil’i de işte bu Mushaf’ın hemen yanında duruyordu; fakat ikisi de kitap değildi artık. İkisi de susmuştu. Aralarındaki mesafe, iki kelime arasındaki durak kadar kısaydı ama anlam bakımından bir ömürlük yoldu.

Yeniçeri, geceleri herkes uyuduğunda avludaki serviye yaklaşırdı. Servi, mezarların diliydi; dik duruşu, ölümle pazarlık etmeyenlerin duruşuydu. O servinin dibinde zaman zaman toprak hafifçe kabarır, sonra tekrar eski sükûnetine dönerdi. Orada yatan kimse yoktu; ama orası, gömülmemiş bir niyetin yeriydi. Yeniçeri, başını serviye yasladığında kalbinin attığını işitirdi, fakat bu kendi kalbi değildi. Bu, yüzyıllardır bekleyen bir duanın kalbiydi. Barbanas’ın İncil’i, bu servinin gölgesinde bir gün sessizce bırakılmış; okumak için değil, bırakmak için. Çünkü bazı metinler taşınmaz, ancak terk edilince anlam kazanır.

Zikir halkaları kurulduğunda, herkes sesini alçaltırdı. Zira hakikat yüksek sesle çağrıldığında ürkerdi. “Allah” kelimesi dudaklardan değil, omuzlardan dökülürdü. Yeniçeri bu halkalarda oturduğunda önce kendini dışarıdan seyretmeye başladı; sonra seyredenin de kendisi olmadığını fark etti. Zikir bir eylem değil, bir çözülmeydi. Kimin zikrettiği belirsizleşir, zikredilen sanki zikredeni çağırırdı. Bir gece, halka tam ortasındayken yer yarıldı; ama kimse düşmedi. Çünkü düşmek için önce yere ait olmak gerekiyordu. O an yeniçeri, secdenin yalnızca Allah’a değil, hakikate yapıldığını anladı. Alnını yere koymak, başını bir fikrin önünde eğmekti; ve o fikir, hiçbir kilise taşının, hiçbir saray duvarının anlatamadığı kadar yalındı.

Barbanas’ın adı o geceden sonra bir daha anılmadı. Zira isimler, görevlerini tamamladıklarında sessizce silinir. İncil, Mushaf’ın yanında durmaya devam etti; ama aralarında artık mesafe yoktu. İki kitap da kapalıydı; çünkü artık açık olan bir şey vardı: insanın içi. Yeniçeri secdeden kalktığında, alnında bir iz yoktu fakat yürüyüşü değişmişti. Eskiden toprağa basan bir asker yürüyordu; şimdi ise toprağı incitmemeye çalışan biri. Bu incelik, kılıçtan daha keskindi. Bursa sokaklarında yürürken, taşlar ona selam verir gibi hafifçe titreşirdi. Bu titreşim işitilmezdi ama hissedilirdi; işte yankı buydu. Sesin değil, anlamın yankısı.

Şehir, bu yankıyı sakladı. Minarelerin gölgesi uzadıkça uzadı ama o yankıyı kapatamadı. Camiler, tekkeler, hanlar ve hamamlar; hepsi bu yankıyı duydu ama hiçbiri konuşmadı. Çünkü bazı hakikatler anlatılmaz, yaşanır; yaşandıktan sonra da ancak yankı olarak kalır. Yeniçeri bir sabah şehri terk ettiğinde, geride bir iz bırakmadı. Fakat Bursa’nın kalbi bir anlığına durdu. Servi eğilmedi; ama rüzgâr biran yön değiştirdi. Ve bir çocuk, o gün ilk kez “Allah” derken neden ağladığını bilmese de, o gözyaşı işte bu yankının ta kendisiydi.

Yıllar sonra, aynı sokaklardan geçen bir başka kalp, bu yankıya rastlayacaktı. Belki adı farklı olacaktı, kıyafeti başka, zamanı başka… Ama yankı aynı kalacaktı. Çünkü hakikat, kendini tekrar etmez; fakat yankısı zamanla çoğalır. Bursa’da kalan şey işte buydu: Ne bir kitap, ne bir isim, ne bir mezar. Sadece bir yankı. Ve yankılar, yalnızca kulakla değil, secde etmiş bir kalple duyulur.

Önceki sayfa 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33Sonraki sayfa

Alper Murat Kirpik 

Alper Murat Kirpik
(d. 1994, HatayTürkiye), Türk yazar, içerik üreticisi, AI Prodüktör.Alper Murat Kirpik, 1994 yılında Hatay’ın Antakya ilçesinde doğdu. Baba tarafından aslen Kahramanmaraş’dır. Eğitim hayatını Kilis 7 Aralık Üniversitesi ve Muş Alparslan Üniversitesi’nde Okul Öncesi Öğretmenliği lisans programlarını tamamlayarak sürdürdü. Mezuniyetinin ardından öğretmenlik yapmış aynı zamanda çeşitli medya ve yaratıcı projelerde yer almıştır. Vine, Instagram, Youtube gibi bir çok uygulamada mizah içerikleri üretti.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu