18. Bölüm– Yâ Sîn ile Açılan Kapı
(2025, NEW YORK– TOKYO | Plaza Hayatı)
Yâ Sîn’in ilk harfi dudaklarının arasından dökülmedi o sabah; daha doğrusu bir sabah sayılabilecek bir zaman aralığında, New York ile Tokyo arasına sıkışmış, jet lag’in ruhu da paramparça eden cam kırıklarıyla dolu bir bilinç durumunda, saatlerin artık saat olmaktan çıkıp yalnızca rakam olarak titreştiği plazaların kalın camları ardında, kelime önce göğsünde yankılandı, sonra kaburgalarının arasına saklandı, sonra da kalbini çevreleyen görünmez zırha çarparak geri sekti, çünkü bazı kelimeler söylenmeden önce insanın içinden geçer, orada bir yerleri kırar, bir yerleri onarır, bir yerleri sessizce öldürür. Yâ Sîn böyle bir kelimeydi. Ne tam bir ses, ne tam bir dua, ne de yalnızca bir ayet; daha çok insanın kendisine açamadığı ama kendisini içeriden kilitleyen kapının paslı anahtarı gibiydi. Plaza katlarında sabah her zaman aynı hızla başlardı: ekranlar aynı renk, kahveler aynı acı, yüzler aynı olmaya kararlı maskelerle donatılmış. Oysa içerde başka bir şey vardı; ritmi bozulmuş bir kalp atışı, rakamlar arasında kaybolmuş bir vicdan kırıntısı, PowerPoint slaytlarının arasına sıkışmış bir “neden” sorusu. Ve bu “neden”, cevap aramak için değil, daha çok yankılanmak için
var oluyordu.
O an ekranın karşısında otururken, Tokyo’daki ofisten bağlanan yüzler iki boyutlu birer hatırlatmaya dönüşmüşken, sesler metronom gibi çıkıp girerken, zihninin bir köşesinde bir kelime usulca yürümeye başladı: Yâ Sîn. Ne annesinden kalma bir hatıra, ne çocuklukta yarım ezberlenmiş bir sure, ne de ölüm döşeğinde okunan bir vedaydı bu. Daha çok kimliğini çoktan yitirmiş bir insanın, kendini ilk kez ismiyle çağırması gibiydi. Çünkü o güne kadar hep başkalarının verdiği isimlerle yaşamıştı: çalışan, yönetici, performans puanı, hedef, KPI, ROI…Hepsi soğuk, hepsi metalik, hepsi insana temas ederken eldiven takan kelimelerdi. Oysa YâSîn, çıplak elle dokunuyordu ruha. Soğuk değildi. Yakıyordu.
Plazanın en üst katında olmak, insanı göğe yaklaştırmazdı; aksine yeri daha çok unuttururdu. Camdan aşağı bakarken şehir küçülmezdi, insan küçülürdü. Kendini bir nokta gibi hisseder, ama bu nokta bir başlangıç değil, bir silgi iziydi sanki. O sırada, zihninin derinliklerinde çok eski bir sahne belirdi: çocukken, ezanı duyduğunda oyunu durdurmadan sadece başını kaldırıp göğe bakması, ne dediğini tam anlamadan ama bir şey dediğini hissederek. O his yıllar boyunca unutulmuş, dosyaların, uçuşların, toplantı notlarının arasında ezilmişti. Şimdi geri dönüyordu; ama gürültüyle değil, bir kapının açılırken çıkardığı o ince, utangaç sesle. Yâ Sîn, işte o sesti. Ne emrediyordu, ne de açıklıyordu. Sadece çağırıyordu. Ve çağrılmak, uzun zamandır ilk kez, işe yarar olmak kadar anlamsız gelmemişti.
Tokyo gecesiyle New York sabahının aynı anda yaşandığı o saatlerde, zaman artık yatay değil, dikey akıyordu. Uykusuzluk zihni bir soru bankasına çevirirken, her soru bir öncekini iptal ediyordu. “Kimim?” sorusu çok basit kaçıyordu; “niçin böyleyim?” ise fazla dramatikti. Oysa Yâ Sîn, soru sormadan cevap oluyordu. Bir tür iç kapı aralıyordu; ardında ne olduğu bilinmeyen ama kapının ardında bir şeylerin—belki de ilk kez— sahici olduğu hissini veren bir aralık. İnsan bazen kurtulmak istemez; sadece gerçek bir ses duymak ister. Plaza hayatı ses doluydu, ama hepsi yankıydı. Hiçbiri kaynağa ait değildi. Hepsi tekrar ediyordu, ama hiçbir şey söylemiyordu. Oysa bu kelime, tekrar edildikçe derinleşiyordu. Matematik gibi değil; deniz gibi.
Bir gece, ofisten çıktıktan sonra şehrin ışıkları üzerinde bir ağ gibi gerilirken, yorgunluktan çok ağır bir farkındalık çöktü üzerine: onca yıl beynini eğittiği halde kalbini hiç tanımamıştı. Kalp, tıbbi bir pompa olmaktan çıkarılıp şirketsel bir metafora indirgenmişti. Kalp atışı bile performans grafiği gibi takip edilir olmuştu: hızlıysa stres, yavaşsa tembellik. Oysa Yâ Sîn, kalbin ne işe yaradığını hatırlatıyordu; sevmek için değil yalnızca, direnmek için. Hatırlamak için. Unutmaya karşı bir barikat kurmak için. Ve belki de en çok, “lâ” dedikten sonra ne söyleneceğini bilmek için. Çünkü 17. bölümde kalpte doğan ilk “Lâ”, bir inkârdı; fakat inkâr tek başına bir yer değildi, yalnızca bir geçitti. İnsan bir şeyi reddettikten sonra nereye varacağını bilmiyorsa, inkâr hızla boşluğa dönüşür. Yâ Sîn, o boşluğa düşerken açılan kapıydı.
Plaza katlarının steril sessizliğinde bir sabah, toplantı iptal oldu. Herkes dağıldı. Kimse sevinmedi. Çünkü boşluk, programlanmamış bir alan olarak korkutucuydu. İşte o an, ilk kez bilgisayarını kapatmadan oturdu. Ekran karardı. O karanlıkta kendi yüzünü gördü; ama bu, aynadaki yüz değildi. Yorgun, ama dürüst; dağınık, ama gerçekti. Dudakları farkında olmadan kıpırdadı. Ses çıkmadı. Yâ Sîn içinden söylendi. İç sesle söylenen dualar, bazen en gür haykırışlardan daha devrimcidir. Çünkü kimseye gösteriş yapmazlar. Ne meleklere, ne insanlara. Sadece gerçeğe yönelirler.
Kapı işte tam burada açıldı; dramatik bir aydınlanma, gökten inen bir bilgi, anında çözülmüş bir bilme hâli değildi bu. Daha çok bir odanın içeri hafifçe hava alması gibiydi. Küf kokusu dağılmıyordu hemen; ama artık boğmuyordu. İçeri giren hava, eski eşyaların üzerindeki tozu kaldırıyor, geçmişte üst üste yığılmış anlamları görünür kılıyordu. Çocukluk, kayıplar, yanlış seçimler, gurur, korku, itaat, itiraz… Hepsi aynı odadaydı. Ve ilk kez, hepsine aynı anda bakabiliyordu; kaçmadan, savunmaya geçmeden. Yâ Sîn, bakma cesareti veriyordu. En zor olan da buydu zaten: bakabilmek. New York’ta yağmur camlara vururken Tokyo’da güneş doğuyordu. İki şehir, iki hız, iki hayal kırıklığı arasında kalan bir ruh için bu çifte zaman tuhaf bir nimete dönüştü. Çünkü artık tek bir zamana ait olmadığını hissediyordu; sanki bütün zamanlar iç içe geçmiş, tek bir noktada yoğunlaşmıştı. O nokta, kalbin tam ortasıydı. Ve orada bir kapı vardı. Açıldığında arkasında vaad edilmiş mutluluklar yoktu. Daha çok sorumluluk vardı. Daha çok yük. Daha çok farkındalık. İnsan hakikate yaklaştıkça hafiflemez; ağırlaşır. Ama bu ağırlık, zincir gibi değil, emanet gibidir. Taşınır.
Birkaç gün sonra, yine bir asansörde, yine aynı soğuk aynalarda yüzlere bakarken, içinden bir cümle geçti: “Artık koma katında değilim.” Bu bir uyanış değildi belki; ama derin uykudan hafif uykuya geçişti. Sesler daha net, acılar daha belirgin, sevinçler daha sessizdi. Hayat birden güzelleşmemişti. Plaza hâlâ plaza, sistem hâlâ sistemdi. Ama içerde bir yer değişmişti. İnsan bazen dünyayı değiştiremez; ama dünya ona bakarken artık eskisi gibi bakmaz. Yâ Sîn, bakışın yönünü değiştiriyordu.
Ve anladı ki kapı bir kez açıldıktan sonra kapanmaz. İnsan kapıdan girip girmemeyi seçebilir; ama kapının varlığını artık inkâr edemez. Bu bilgi, insanı rahatlatmaz. Rahatsız eder. Çünkü artık hiçbir mazeret tamamen geçerli değildir. “Bilmiyordum” cümlesi hükmünü yitirir. Yerini daha ağır bir cümle alır: “Biliyordum ve yine de…”. İşte tam burada roman psikolojik bir düğüme dönüşür. Çünkü insan kendini en çok buradan yargılar.
Yâ Sîn ile açılan kapı, sona giden bir yol değil, başlangıca dönüş yoluydu. Ama o başlangıç, geçmişte kalmamıştı; insanın her an yeniden doğabildiği bir eşikti. Ve plaza hayatının floresan ışıkları altında bile, o eşik görünmez değildi artık. Sadece sessizdi. Ve belki de hakikatin en belirgin özelliği buydu: bağırmaması.





