Alper Murat Kirpik Dini HikayelerKıymetli Yazarlarımızdan Seçmeler

Kitabımı Oku “ABIHAYAT”

ABIHAYAT

5. Bölüm– Veba Kokulu Sokaklar

(BURSA, 1500’LER | Barbanas İncilinin İzinde)

Bursa’nın üzerine çöken sis, o sabah şehrin minarelerini bile
tanınmaz hale getirmişti; sanki gökyüzü, saklamak istediği bir gerçeği bu sis örtüsüyle yere doğru bastırıyor, taş sokakların üzerine bırakıyordu. Şehrin doğusu hâlâ uyuyordu; batı tarafında ise çürümüş ahşabın, ıslanmış toprağın ve insan korkusunun ortak kokusu yükseliyordu. İnsan korkusunun kokusu olur mu dersin? Olur. Hatta en kalıcı kokudur o: ne güle benzer, ne dekana; ikisinin arası bir karanlık… Ama insana en çok onu hatırlatır: geçiciliğini. İşte o sabah, Bursa tam da böyle bir kokunun kıyısında duruyordu.

Veba, şehrin üzerinde sessiz bir kuş sürüsü gibi dolaşıyordu
kanat çırpmadan, nefes bile almadan. Sadece var olarak öldüren bir karanlıktı. İnsanlar kapılarını içerden sürgülemiş,
pencerelerine bez gererek kendilerini koruduklarını sanmışlardı. Ama ölüm, her zaman kapılardan girmezdi. Bazı ölümler, insanın kendi kalbinin içine çöreklenir ve sessizce kabuğunu çatlatırdı. Böylece şehir, hem dışarıdan hem içeriden ölümle çevrilmişti.

Ve bütün bunların ortasında, şehrin dar sokaklarında bir adam yürüyordu.

Başında siyah bir sarık, yüzünde zamandan daha eski çizgiler taşıyan, gözlerinde ise sürekli tetikte duran bir sükûnet. O sükûnetin adı bile yoktu; belki “kabulleniş”, belki “çaresizlik”, belki de sadece “arama isteği”. Çünkü bazen arayan insanlar, buldukları şeyden çok aramanın kendisine bağımlı hale gelirler.

Oda öyleydi. Adının bir önemi yoktu bu bölümde; çünkü bazı isimler söylenince eksilir, bazı insanlar da sessizlik içinde büyür. O yüzden onu sadece “Arayıcı” diye çağıralım. Şehrin veba kokulu sokaklarında yürüyen tek cesur insan da oydu.

Ya da cesur mu demeli?

Belki de korkusuzluk, insanın en büyük korkusunu artık tanımamasıydı: yaşayacağına olan inancını kaybetmesi. Böylece ölmek bile bir ihtimal olmaktan çıkar, sadece bir ihtimal gibi kalırdı. Ölümün kendisi bile önemini yitirirdi.

Sokağın sağ tarafında, kapısı yarı aralık bir ev vardı. Kapı aralıktı ama içinden kimsenin sesi gelmiyordu. Arayıcı durdu.

Kapıyı açmadı. İçeri bakmadı. Sadece orada durdu. Çünkü bazı kapılar açılmak için değil, geçip gitmek için vardır; bazı evler de insanın içine bir gölge gibi çöker, sonrasında günlerce kurtulamaz o gölgeden. Arayıcı bunu biliyordu. O yüzden kapıyı geçip gitti.

Ama kapıdan geçerken bir şey fark etti.

Sessizlik.

Öyle bir sessizlik ki, sanki ev çok değil, bir asır önce yıkılmış, ama bugün hâlâ ayakta gibi duruyor. Sanki içinde yaşayan her şey bir anda kopmuş, gökyüzü onları çağırmış da evde sadece boşluk kalmış. Veba böyle yapardı işte: Hiçbir şey göstermeden, hiçbir iz bırakmadan alırdı insanları.

Arayıcı yürürken, taşıdığı küçük kese hafifçe sallanıyordu.

İçinde birkaç parşömen, birkaç işaret, birkaç da sır vardı. Sırlar her zaman ağırdır, parşömenden daha ağır. O yüzden yavaş yürüyordu.

Parşömenlerden biri, Barbanas İncilinden alınmış bir fragmanın kopyasıydı. O fragmanın orijinali ise Bursa’da bir yerlerde saklıydı. Saklayan kişi artık hayatta mıydı, yoksa o da vebanın sessiz kanatlarında yitip gitmiş miydi, bunu Arayıcı da bilmiyordu. Ama bildiği tek şey vardı: fragman kaybolmadan önce onu bulmak zorundaydı. Çünkü o fragman, bir tür mühür gibiydi. Açılmaması gereken bir kapıyı kapatan, görülmemesi gereken bir gerçeği perdeleyen eski bir iz.

Ve her mühür, günü geldiğinde kırılmak ister.

Sokağın ilerisine doğru ilerledikçe sis yoğunlaşıyor, taş duvarların üzerinden süzülüp yere iniyor, sonra tekrar yükseliyordu.

Sanki şehrin nefes alışını izler gibi. Şehir nefes alıyor muydu?

Alıyordu. Ama her nefes, biraz daha karanlık çekiyordu içine.

Bir köşede bir kadın oturuyordu. Başına siyah bir örtü çekmişti, elleri dizlerinde, ayaklarının dibinde boş bir bakır kâse.

Dilenci gibi görünüyordu ama dilenmiyordu. Gözleri açıktı ama görmüyordu. O, insanların “vebanın gölgesine kapılmış” dediği kimselerden biriydi. Ölmemişti ama yaşamıyordu. Bir tür ara âlemde sıkışmıştı.

Arayıcı yanından geçerken kadın birden konuştu:

—“Geç kalıyorsun.”

Arayıcı durdu.

Sadece iki kelimeydi ama sisin içinde yıldırım çakmış gibi sert ve gerçekti.

Kadın başını kaldırmadan devam etti:

—“Kapı yerinde durur. Ama anahtar yürür. Sen geç kalırsan… anahtar seni beklemez.”

Arayıcı yutkundu.

Kadın ona bakmıyordu, onu tanımıyordu, adını bile bilmiyordu.

Ama cümleleri, Arayıcı’nın sakladığı sırlara dokunuyordu. Bu şehirde bazı insanlar ölmeden önce hakikati görürdü.

Bazıları ise ölmeden sonra bile konuşmaya devam ederdi.

Kadının sesi tekrar yükseldi, fakat bu sefer daha titrek bir tınıyla:

— “Mührü unutma. Mühür açılırsa şehir nefesini kaybeder. Kapıyı bulan nefes olur.”

Arayıcı sessizce eğildi, kadının kasesine bir akçe bıraktı.

Kadın yine bakmadı.

Ama akçe yere düştüğü anda, Arayıcı bir şey hissetti:

Sanki kadının içindeki bütün sesler, bütün sözler, bütün gölgeler bir anda onun sırtına yüklenmişti.

Hafifçe titredi.

Sonra yürümeye devam etti.

Sokağın ilerisinde, eski bir hamamın duvarları beliriyordu.

Hamamın arka tarafındaki dar geçitte, zamanında şehrin en gizli buluşmaları yapılır, insanlar hem sözlerini hem günahlarını bu taşların arasına bırakırlardı. Taşlar şimdi sessizdi; ama sessizlik bazen duvarların konuşmayı reddetmesi değil, çok fazla konuşmuş olmalarından yorulmasıydı.

Arayıcı hamamın duvarına dokundu.

Taş soğuktu.

Taşlar hep soğuktur; çünkü onlar gördüklerini saklamayabilir.

Sıcaklık insanlara, soğukluk taşlara özgüdür. Taşın soğukluğu, içindeki sırların sıcaklığını gizler.

Tam o anda bir kapı gıcırtısı duyuldu.

Hamamın arka tarafında, yarı yıkık bir kapı aralandı.

Kapının arkasından bir gölge çıktı. Karanlık bir gölge. Sis onu yutmaya çalışıyordu.

Gölgeler hiçbir zaman tamamen görünmez.

Hep yarım görünürler.

Ve en tehlikeli gölgeler, yarım olanlardır.

Gölge konuştu:

—“Barbanas’ın sözü saklanmaz.”

Arayıcı gözlerini kısarak baktı.

Gölgenin yüzü görünmüyordu.

Yalnızca bir siluet.

“Saklamaya gelmedim.” dedi Arayıcı. “Aramaya geldim.”

Gölge bir adım geri çekildi.

Sanki duvarın içine karışacak gibiydi.

“Arayan bulur mu sanırsın? Arayan bazen kaybolur.”

Arayıcı omzundaki keseye dokundu.

“Kaybolmaktan daha kötü bir şey var mıdır?”

Gölgenin sesi hafifçe kıkırdadı.

Ama bu kıkırdama bir insan kıkırdaması değildi.

Bir taşın kırılması, bir kemiğin çatlaması kadar sert bir sesti.

“Var.” dedi gölge. “Kaybolduğunu bilmemek.”

Arayıcı derin bir nefes aldı.

“Fragman nerede?”

Gölge cevap vermedi.

Sadece işaret etti.

İşaret ettiği yer, hamamın arkasındaki dar bir taş yarığıydı.

“Orada hiç bir şey yok.” dedi Arayıcı.

“Evet.” dedi gölge. “Görünürde hiçbir şey yok. Çünkü görünmeyen şeyler, görünmesi gerekenleri saklar.”

Bu cümle tam bir ikilem gibiydi; ama Arayıcı bu tür cümlelere alışkındı.

Cinlerin ve meleklerin fısıltılarına yakın bir tondaydı gölgenin sesi.

“İzleri takip et.” dedi gölge. “Ama iz yoksa… kokuyu takip et.”

Arayıcı şaşırdı.

“Ne kokusu?”

Gölge sessizce cevapladı:

“Veba kokusu.”

Arayıcı taş yarığına doğru yürüdü.

Orada hiçbir iz yoktu gerçekten.

Ama koku vardı.

Çürümüş ağaç ve hastalık kokusu.

Göğüs kafesinin içinde sıkışan bir boşluk gibi kokuyordu.

Arayıcı o kokuyu takip etti.

Bu koku, geçen yılki salgın sırasında çok evde duyulmuştu.

Ama bu koku, onlardan farklıydı.

Daha eski.

Daha derin.

Daha ağır.

Sanki toprak bile bu kokudan rahatsız olup kendini geri çekiyordu.

Koku, Arayıcıyı hamamın altındaki eski bir tünelin girişine kadar götürdü.

Tünel karanlıktı.

Ama karanlık sadece ışığın yokluğu değildir.

Bazen karanlık, insanın içindeki karanlığı yansıtan bir aynadır.

Arayıcı o aynaya doğru yürüdü.

Tünel boyunca su damlıyordu.

Suların sesi bir zikrin ilk harfleri gibiydi.

Damla damla, harf harf.

Tünelin sonunda küçük bir oda vardı.

Odada bir masa.

Masanın üzerinde eski bir parşömen.

Ve parşömenin tam ortasında kırmızı bir mühür.

Mühür kırılmamıştı.

Ama titriyordu.

Sanki mühür, içindeki sırrı dışarı bırakmak için kendini zorluyordu.

Arayıcı yaklaştı.

Eli titredi.

Mühre dokunduğunda bir an için bütün tünel inledi.

Her damla durdu.

Her sessizlik arttı.

Mühür, parmağı değdiği anda bir kelime fısıldadı:

“Açma.”

Arayıcı içinden cevap verdi:

—“Açmak zorundayım.”

Mühür tekrar fısıldadı:

—“Açarsan şehir düşer.”

“Açmazsam hakikat düşer.”

Tünelin duvarları bir anda sarsıldı.

Toz düştü.

Su damlaları birden hızlandı.

Arayıcı nefesini tuttu.

Mührü kaldırdı.

Ve o anda tünel karardı.

Gerçek anlamıyla karardı.

Sadece ışık söndüğü için değil.

Karanlık, sanki mühürle birlikte tünelin içine doldu.

Bir gölge değil.

Bir varlık değil.

Bir ses değil.

Bir bilinmezlik.

Arayıcı geri çekildi.

Ama parşömen açılmıştı bile.

Parşömenin içindeki yazılar harekete geçti.

Sanki bir ruhu varmış gibi kıvrıldılar, kıpırdadılar.

Ve tam o anda, karanlığın içinden bir ses yükseldi:

“Mühür açıldı.”

Arayıcı kalbini tuttu.

Bursa, o anda derin bir nefes aldı sanki.

Şehir içten içe titredi.

Ve gölge bir kez daha konuştu:

“Kapı artık yerinde durmayacak.”

Bölüm burada bitmez.

Ama hakikat her zaman tek bir cümleyle yer değiştirir.

Ve bazen şehirdeki en büyük hareket, sadece bir mührün kaldırılmasıyla başlar.

Bursa’nın veba kokulu sokakları artık sadece ölüm kokmuyordu.

Açılmış bir kapının kokusunu da taşıyordu.

Ve Arayıcı, o kapının nereye çıkacağını bilmiyordu.

Ama bilmesi gerekmiyordu.

Çünkü bazı kapılar, insan bilsin diye değil; insanın unutmasını önlemek için açılır.

Önceki sayfa 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33Sonraki sayfa

Alper Murat Kirpik 

Alper Murat Kirpik
(d. 1994, HatayTürkiye), Türk yazar, içerik üreticisi, AI Prodüktör.Alper Murat Kirpik, 1994 yılında Hatay’ın Antakya ilçesinde doğdu. Baba tarafından aslen Kahramanmaraş’dır. Eğitim hayatını Kilis 7 Aralık Üniversitesi ve Muş Alparslan Üniversitesi’nde Okul Öncesi Öğretmenliği lisans programlarını tamamlayarak sürdürdü. Mezuniyetinin ardından öğretmenlik yapmış aynı zamanda çeşitli medya ve yaratıcı projelerde yer almıştır. Vine, Instagram, Youtube gibi bir çok uygulamada mizah içerikleri üretti.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu