12. Bölüm– Altın Harfli İncil
(BURSA, 1500’LER | Barbanas İncilinin İzinde)
Rüzgâr, Uludağ’ın eteklerinden ağır bir inilti gibi iniyordu da kimse onun bir rüzgâr olup olmadığından emin değildi; belki dağın gömülmüş sırlarının, taşların arasından sızan eski dua kırpıntılarının, gecelere karışmış isimsiz korkuların ağır bir soluk alışverişiydi o. Dağın yüzünde binlerce yıldır unutulmuş çentikler, kırağıya benzeyen bir sessizlikle uzuyordu, sanki zaman kendi kabuğunu çatlatmaya karar vermiş de ince, keskin bir çizikten dışarı taşmaya başlamıştı. Bursa, o gün griye yakın bir sessizliğin içine gömülmüş, hanların gölgesi uzamış, sokaklardaki adımlar neredeyse yankı vermekten yorulmuştu. Belki de şehir, insanlar fark etmeden, çoktan nefesini tutmuştu; çünkü bir insan, bir kâtip, bir yolcu, bir günahkâr, bir masum, bir arayıcı—adı her ne ise—Barbanas’ın söylediği o derin ve kesik cümlelerin izini sürerek iç sözünü zorlaya zorlaya bir metne, bir kutsal metne yaklaşmaktaydı.
O günün sabahında gökyüzü, sanki altından yapılmış bir perdeyi hafifçe aralamış gibiydi. İnce bir ışık her yere değil, yalnızca bazı taşlara, bazı yüzlere, bazı kalplere dokunuyor, rastgele değil de çok bilinçli bir seçicilikle ilerliyordu. Sanki bu ışığın peşine düşen herkes biraz kararacak, biraz temizlenecek, biraz yıkılacak ve biraz yükselecekti. Işık, kim bilir belki de bir sınamaydı sadece.
Kâtip—adı burada önemli değildi, çünkü isimler bazen bedenlerden daha kısa ömürlü olur—evin kireç kokan duvarların dan geriye bakmadan çıktı. Yürümesi bir yürüyüş değil, bir hesaplaşmanın ağır adımlarıydı. Elinde ince bir tomar, belki bir mektup, belki bir dua, belki bir hatırlama çabası. Avuçları titremiyor gibi görünse de titriyordu; içindeki ağırlık ellerine vuruyor, elleri ise bunu belli etmemek için kendini sıkıyordu. Barbanas İncilinden bahsedilen o gece, o fısıltı dolu han odası, o ağır susuş hâlâ kulağında dolaşıyordu. Sözler oturmuştu içine; kendi içindeki en dar, en karanlık köşeye çöreklenmişti.
“Altın harflerle yazılmış bir İncil. Roma’nın korktuğu, Konstantin’in sakladığı, Osmanlı’nın bildiğini söyleyip bilmezden geldiği, kilisenin ise varlığını inkâr etmek için asırlardır gece uykularından uyandığı bir metin…”
Bunları söylemişti o geceki ihtiyar. Gözleri, gömülmüş sırların içinden bakıyormuş gibi derindi; sesi, fısıltı ve gürleyiş arasında gidip gelen bir sınırdaydı. “Kâtip efendi… sen onu arıyorsun ya… belki doğrusu senin onu aramaman gerek.”
Bir insanı durduran şey çoğu zaman bir yasak değildir. Bazen bir korku, bazen bir merak, bazen de kendine bile itiraf edemediği bir eksikliktir. Kâtip bunu biliyordu. O eksiklik, göğsünün tam ortasında bir yarım daire gibi duruyordu sanki; ne tamdı ne eksikti, ne boştu ne dolu. Bir şey onu çağırıyordu. Belki metnin kendisi. Belki metnin ardındaki karanlık.
Belki de kurtuluş ihtimali.
Yokuş aşağı uzanan çarşı yolu, sabahın sisli nefesiyle kaplıydı.
Çengelhan’ın önünden geçerken demir halkalar hâlâ soğuktu, sanki bir zamanlar onlara vurulan zincirler hâlâ hatırlıyordu insanın ağırlığını. Hançerci dükkânlarının önünde yağmurda kararan ahşap, geçmişteki bir kan damlasını saklıyor gibiydi. Bursa… tarihini saklamayı severdi. Ama sırlarını, yalnızca kıvrak akıllı olanlara fısıldardı.
Kâtip, Kapalıçarşı’nın eski bir kapısından içeri girdi. Işık, burada daha kesik, daha kırık, daha çarpık vuruyordu taşlara. Bir gölgenin içinden bir gölge daha çıkıyor, bir yüzün içinden bir başka yüz beliriyor gibiydi. Çarşı henüz açılmamıştı; dükkân kepenkleri, gecenin içe kapanmış sessizliğiyle doluydu. Fakat uzun koridorun en sonunda, bir kandilin titrek ışığı bir dükkânın içinden sızıyordu.
O dükkân.
İçeride yaşlı bir kitap ustası, cildi soyulmuş defterleri, kırık mühürleri, eski parşömenleri sayıyordu. Parmakları— dokunuşlarında hem bir sevgi hem bir hüzün saklıydı— her dokunduğu kâğıdı, sanki bir ölüyü diriltmek ister gibi yokluyordu. Yaşlı adam başını kaldırdı. Gözlerindeki donuk mavi ışık, bir anlığına kandilin titrek aleviyle yarıştı.
“Geldin,” dedi. Bir kelimeydi ama kelimenin içinde yüz yıllık bir yorgunluk vardı. “Söyle bakalım. Gerçekten bulmak mı istiyorsun, yoksa bulduğunu sanıp kaybolmak mı?”
Kâtip, soruya hemen cevap vermedi. Çünkü bazı sorular insanın içinde bir süre yankı yapmadan cevaplanmazdı. “Bulmak,” dedi sonunda. “Ama kaybolmam gerekirse… bunu da göze aldım galiba.”
Yaşlı adam gülümsedi. O gülümseme insandan çok, eski bir taşın yüzeyinde bir çizginin kıpırdaması gibiydi. “O hâlde,” dedi, “merdivenlerden aşağı ineceksin.”
Tezgâhın arkasındaki eski bir halıyı kaldırdı. Altında, dar, taş bir kapak vardı. Kapağı tutup itince aşağıya doğru uzanan bir merdiven karanlığın içinden dışarı baktı. Soğuk bir nefes yükseldi oradan. Sanki yerin altından değil, bir mezarın içinden geliyordu.
“Altın Harfli İncil, yukarıdaki kitaplarla aynı dili konuşmaz,” dedi yaşlı usta. “Onun dili…senin bildiğin hiçbir dil değildir. Ve onu gördüğünde, neye baktığını bildiğini sanırsın ama aslında hiç bilmezsin.”
Kâtip, adımını karanlığa attı.
Merdivenler, yukarıdaki dünyanın sıcaklığıyla alay eder gibi soğuktu. Her basamakta kâtip, geçmişiyle, nefsiyle, korkularıyla biraz daha yüzleşiyormuş gibi hissetti. Zaman, bir parşömen gibi kıvrılıyor, sonra kendi içine kırılıyordu. Merdivenin sonuna geldiğinde karanlık, artık yalnızca bir yokluk değil; bir varlık, bir ağırlık hâline gelmişti. İçerideki loş ışık, bir yağ lambasından değil, taşların çatlaklarından sızan tuhaf bir parıltıdan geliyordu. Sanki taşların arasına gömülü bir şey nefes alıyor ve o nefes, duvarlardan yansıyarak ışığa dönüşüyordu.
Dehlizin ortasında, eski bir masanın üzerinde bir sandık duruyordu. Sandığın kilidi yoktu, zinciri yoktu, mühürü yoktu. Sanki kendini kilitlemekten vazgeçmiş ya da kilit artık ona gerekli gelmiyordu.
Kâtip sandığa dokunduğunda sandık, ona ait olmayan bir hatırayı uyandırdı:
Soğuk bir gece.
Bir çocuğun ağlayışı.
Kırık bir kitap sayfası.
Birinin elinin üstünde kan.
Ve karanlık bir ses:
“Metin seni bulacak.”
Kâtip nefesini tuttu. Eli titriyordu. Sandığın kapağı, kendi kendine açıldı.
İçeride bir parşömen değil, bir kitap değil; ışıkla yazılmış gibi görünen levha benzeri bir metin vardı. Harfler, hareket ediyormuş, nefes alıyormuş, şekil değiştiriyormuş gibiydi. Altın değil ama altından daha sıcak; ateş değil ama ateşten daha diri bir parıltı. Barbanas’ın İncil’i. Ya da…onun adı o muydu gerçekten? Bir isim, bir metni tarif etmeye yeter miydi? Belki de bu metin, isimlerden bağımsız bir hakikatin gölgesiydi sadece.
Kâtip levhayı eline aldığında odanın sıcaklığı arttı. Kalbinin atışları duvarlardan yankılandı. Harfler, sanki onun nabzına göre ritim tutuyordu.
Ve sonra…
Bir kelime belirdi levhada.
“DINLE.”
Kâtip irkildi. Kelime, Türkçe değildi, Aramice değildi, Yunanca değildi, İbranice değildi… fakat hepsiydi. Ve hiçbiri değildi. Kelime, kulağa değil, göğsünün içine söylendi.
DINLE.
Kâtip nefes almakta zorlandı. “Ben…” dedi, “ne dinleyeceğim?”
Levhada ikinci bir kelime belirdi:
“GÜNAH.”
O an, duvarlardan bir uğultu yükseldi. Yerin altındaki bütün taşlar sanki geçmişte işlenen tüm günahları içlerinde saklıyor, şimdi de onları geri kusuyordu. Kâtip, dizlerinin üzerinde çöktü. İçini bir suçluluk dalgası kapladı. Çocukken yaptığı küçük hırsızlıklar değil; birine karşı ağır bir söz, birini yaralı bırakan bir susuş, bir dua ederken içinden geçen bir kibir, bir gecelik öfke… hepsi birden geri döndü.
Levhada yeni harfler kıpırdandı:
“GÜNAHI BİLEN, ARINMANIN EŞİĞİNDEDİR.”
Kâtip, gözlerinden yaşların süzüldüğünü fark etti. Nedensiz. Çünkü tam olarak neden ağladığını bilmiyordu. Basit bir pişmanlık değildi bu. Bir kayıp hissi de değildi. Birinin onu izlediğini biliyor olmanın ağırlığıydı belki. Ya da metnin, metin olmadığını anlamanın yarattığı şaşkınlık.
Sonra levhada üçüncü kelime belirdi.
“SIR.”
Harfler ışığını artırdı. Odayı altınla gümüş arasında gidip gelen bir parıltı kapladı. Sanki duvarlardaki taşlar değil, zamanın çürümüş dokusu yanıyordu.
Kâtip, levhayı daha sıkı tuttu.
“Bu sırrı… bana gösterecek misin?”
Metin cevap verdi.
Ama bir kelimeyle değil.
Bir görüntüyle.
Odanın duvarları birden silikleşti. Kâtip, kendini bir vadinin içinde buldu. Gökyüzü çivit mavisiydi, bulutlar ağır ve yavaştı. Rüzgâr serin fakat tehditkâr değildi. Bir çoban yürüyordu yamaçtan aşağı; elinde uzun bir asâ, yüzünde bilge bir ifade. Arkasında bir keçi sürüsü değil, ışık parçacıkları yürüyordu sanki.
“Bu kim?” diye fısıldadı kâtip.
Metin cevap vermedi ama sahne cevap verdi. Çobanın elindeki asâdan bir ışık yükseldi. Işık, gökyüzüne değdi. Gökyüzü, bir parşömen gibi yarıldı. Yarığın içinden bir ses duyuldu. Ayet gibi bir ses. Ama ne Kur’an’a benziyordu ne Tevrat’a ne İncil’e. Sanki hepsinin kendinden önceki hâli gibiydi. Bir başlangıç metni. Bir kök metin.
Bir kök gerçeklik.
Kâtip dizlerinin üzerinde çökerek ağlamaya devam etti.
“Bunu… bana neden gösteriyorsun?” diye sordu.
Levhada beliren tek kelime şuydu:
“ÇÜNKÜ Artık hazırsın.”
Hazır mıydı?
Gerçekten hazır mıydı?
İnsan hiçbir zaman hazır olmazdı aslında. Ama bazı anlarda, insanın hazır olmadığını söyleyemeyecek kadar geç kalmış olması, bir hazırlık sayılırdı.
O sırada bir gölge belirdi odanın köşesinde. Kâtip irkilerek başını kaldırdı. Gölge, karanlık bir kumaş gibi kıvrıldı. İçinden bir yüz çıktı. Bir ses.
“Metne dokunan herkes,” dedi ses, “ya aydınlığa çıkar ya da karanlığın içine gömülür. Sen hangisini istiyorsun?”
Kâtip titredi.
“Işığı…” dedi, soluk soluğa. “Ben… ışığı istiyorum.”
Gölge gülümsedi.
“Karanlığı isteyen zaten ışıkla sınanır. Işığı isteyen ise önce karanlıktan geçer.”
Kâtip, levhayı göğsüne bastırdı.
Ve o anda bütün oda karanlığa gömüldü.
Bir çığlık.
Bir dua.
Bir sırrın açılması.
Zamanın kabuğunun çatlaması.
Sonra…
Sadece sessizlik.
Kâtip kendine geldiğinde levha hâlâ elindeydi ama harfler sönmüştü. Artık altın değil, soluk bir kül rengi. Ama metin ölmüş değildi. Sadece dinleniyordu. İncinmiş bir kalp gibi. Merdivenlerden yukarı çıktığında yaşlı kitap ustası onu bekliyordu.
“Gördün,” dedi.
Kâtip başını salladı.
“Gördüm… ama ne gördüğümü bilmiyorum.”
“Bilmemen iyi,” dedi usta. “Çünkü bilen yanılır. Görmek, anlamaktan önce gelir.”
Kâtip, metni örtüye sardı.
“Şimdi ne olacak?”
Yaşlı adam, kâtipten gözlerini ayırmadan şu cümleyi söyledi: “Altın Harfli İncil, seni artık bırakmaz. Sen onu aradığını sanıyordun; ama aslında o seni çağırıyordu. Ve bir gün gelecek… o metin, seni kendi yazgının içine gömecek.”
Kâtip ürperdi.
“Peki bunun sonunda ne olacak?”
Yaşlı adam kandilin fitilini kıstı.
“Karanlığı göğsünde taşıyanlara ışık her zaman acı verir. Ama yine de… ışıkla karşılaşmadan hakikat yazılmaz.” Kâtip dışarı adım attığında Bursa’nın sokaklarında ince bir yağmur başlamıştı. Yağmur, sanki gökyüzünden değil; göğsünün içinden dökülüyor gibiydi.
Ve kâtip o an hissetti:
Bu yol bitmeyecek.
Bu metin konuşmaya devam edecek.
Ve kendisi… artık asla eski kendisi olmayacaktı.
Altın Harfli İncil bekliyordu.
Sır bekliyordu.
Hakikat bekliyordu.
Ve yol… daha yeni başlıyordu.





