Alper Murat Kirpik Dini HikayelerKıymetli Yazarlarımızdan Seçmeler

Kitabımı Oku “ABIHAYAT”

ABIHAYAT

7. Bölüm– Tesbih Tanesinde Dönen Âlemler

(ZAMANIN ÖTESİNDE | Zikir Ehli, Cinler, Melekler)

Zamanın atardamarı o gece farklı bir ritimle çarpıyordu; sanki Arş’ın kilidi bir anlığına gevşemiş, varlıkların üzerine görünmez bir ışık dökülmüştü de herkes farkında olmadan kendi içine doğru derin bir inişe geçmişti. Karanlık, göğe doğru uzanan sonsuz bir kitap sayfasıydı; yıldızlar o sayfanın üzerine düşmüş mürekkep damlaları gibi titriyor, titredikçe âlemlere isim veriyordu. Bu isimler kimsenin dilinde değildi; kimsenin kulakları duymuyordu. Ama zikir ehlinin kalpleri, her bir harfi çiğneyerek değil de hissederek okuyordu.

Ve bir yerde, alemlerin tam ortasında—ama hiçbir noktanın üzerinde olmayan bir yerde—bir tesbih tanesi dönüyordu.

Dönüyor, dönüyor, döndükçe sanki evrenin omurgasında bir çatlak açılıyor, bu çatlağın arasından ışık değil, hafıza akıyordu.

Zamanın hafızası. Adem’den bu yana işlenmiş dualar, yarım bırakılmış tövbeler, tamamlanamamış nefesler, kıyamet anında bile unutulmayacak sırlar, her şey o hafızanın kıvrımlarında bir çiçek gibi açıyor, sonra tekrar kararıyordu.

Bu tesbihin sahibi yoktu; yahut herkes onun sahibiydi. Belki melekler taşıyordu onu, belki cinler çalıp saklamaya çalışıyordu, belki de Arş’ın en sakin köşesinde oturan zikir ehli bir derviş, yalnızca elini bir parça kaldırmış, “Ya Hu” demiş, o sesin ağırlığıyla tüm varlık halkası harekete geçivermişti.

Tesbih tanesi…

Dünyanın bütün sabahlarından daha berrak, bütün gecelerinden daha ağırdı.

Sonsuzluğun içindeki o mekân, bir mekân değildi aslında. Ne bir kubbe vardı ne de bir boşluk. Ne yükseklik ne aşağılık. Sadece titreşim. Sadece varlıkla yokluk arasına sıkışmış ince bir çizgi. O çizgide yürüyenler, yürüdüklerini bilmeden yürürlerdi; çünkü burada adım atmak bile bir ibadetti. Belki de adım atmak değil, adım atmayı düşünmek; hatta adımı unutmak bile bir ibadetti.

Zikir ehlinin nefesi, bir yaz rüzgârı gibi hafif ama bir kış fırtınası gibi sertti. Her nefes, meleklerin kanatlarına çarpıyor, kanatlar titreştikçe ses göğe karışıyordu:

“La ilahe illallah.”

O söz, yalnızca bir cümle değildi.

Bir kapıydı.

Bir yara iziydi.

Bir ağıttı.

Bir doğumdu.

Bir ölüm.

Bir unutuluş.

Bir hatırlayış.

Sözün her tekrarında bir ışık kırılıyor, kırıldıkça çoğalıyordu. Işık çoğaldıkça karanlık büyüyor, karanlık büyüdükçe insan ruhu o karanlıktan korkuyor ama kaçamıyordu. Çünkü bu karanlık, dünyanın kirlerinde değil; insanın kendi gölgesinden doğuyordu. Her insan kendi karanlığını içinde taşıyordu. Zikir ehli, o karanlığı taşımaktan gocunmazdı; onu tanımayı görev bilirdi. Çünkü karanlığını bilmeyen, aydınlığı bulamazdı.

Belki bu yüzden melekler bile yeri gelince zikir ehline hayran olur, “İnsan ne garip bir yaratık,” derlerdi; “hem toz, hem ateş, hem su, hem rüzgâr. Ama en çok da bir sır…” Birden bir uğultu duyuldu.

Hafif bir uğultu değil; kozmik bir sancıya benzeyen, bütün
yıldızların aynı anda inlediği bir ses.

Uğultu büyüdükçe, tesbih tanesi daha hızlı dönmeye başladı. Dönüyor, döndükçe etrafındaki boşluk eğilip bükülüyor, eğildikçe varlık perde perde inceliyordu.

Bir cin topluluğu, o dönmenin kıyısında bekliyordu. Onların
gövdeleri dumandan daha hafif, ateşten daha yoğundu. Gözleri karanlığın içindeki yırtıklar gibi parlıyor, fakat ruhlarında her zaman bir şey eksik kalıyordu. Cinlerin kaderi buydu: Yarı bilmek, yarı hissetmek, yarı inanmak. Tam olmayı istemek ama hiçbir zaman tamamlanamamak.

Cinlerin en yaşlısı olan Harzef, tesbih tanesine sakince baktı.

“Bu gece Arş çok gürültülü,” dedi, sesi bir mağaranın içinde yankılanan rüzgârı andırıyordu.

“Her gece öyle değil mi?” dedi içlerinden biri.

Harzef başını iki yana salladı.

“Hayır. Bu gece farklı. Bu gece insanın kaderi ile meleklerin yazgısı birbirine çarptı. Sözler ağırlaştı.”

Cinler ürperdi. Ürpermeleri bile ateşten bir renk değişimi gibiydi.

Tesbihin hemen ötesinde ise bir derviş duruyordu.

Ne yaşlıydı ne genç.

Ne yakın görünüyordu ne uzak.

Sanki hem vardı hem yoktu; hem buradaydı hem dünyanın bir köşesinde toprak kokusunu içine çekiyordu.

Dervişin adı yoktu.

Belki hiç olmamıştı.

Ad, dünyadakiler için gerekliydi; burada kimse adıyla çağrılmazdı. Burada herkes, içindeki niyetle tanınırdı.

Derviş, tesbih tanesinin dönüşünü izledi.

Sonra gözlerini kapattı.

Tam o anda, melekler sükûnetle kanatlarını indirdi. Cinler nefeslerini tuttu. Zikir ehli nefes aldı.

Ve derviş, o ilk sözü söyledi.

Kâinatı yaran sözü.

“Hu…”

Bir tek hece.

Ama bir dünyanın ağırlığını taşıyordu.

Bu ses yükselir yükselmez, varlık âlemi bir parça açıldı.

Zamanın akışı bir an durdu.

Göğün kubbesi —kabuklu bir nar gibi— içten içe yarıldı.

Yarığın arasından beyaz bir ışık süzüldü. Bu ışık ne soğuktu ne sıcak. Ne yumuşak ne sertti. Belki bir merhametti. Belki bir hesap günüydü. Belki ikisi aynı anda.

Derviş gözlerini açtı.

“Tesbih ağırlaştı,” dedi.

Meleklerden biri eğilip tesbih tanesine baktı.

“Ağır olan tesbih değil,” diye fısıldadı; “insanın yükü.”

Derviş derin bir nefes aldı.

İnsanın yükü…

Evet.

O yük bazen bir günahın ağırlığı kadar ağırdı.

Bazen bir gözyaşının hafifliği kadar hafif.

Ama her halükârda insanı insan eden şeydi.

O sırada meleklerin en eski olanı, Rihle, sessizce uçup dervişin yanına geldi. Kanatları bir parça kederliydi; çünkü Rihle, insanların karanlığını çok görmüş bir melekti. İnsan ne kadar iyi olursa olsun, içindeki yarayı saklayamazdı.

“Bu gece insanın kalbi acıyor,” dedi Rihle.

“Her gece acıyor,” dedi derviş.

“Evet,” dedi melek; “ama bu geceki acı başka. Bu acı bir arayışın acısı.”

Derviş başını eğdi.

Arayış…

Sonsuz boşlukta yankılanan bu kelime, bir anda tüm âlemin içinden geçti. Cinler ürperdi. Melekler gözlerini kapadı. Çünkü arayış demek, insanın kaderinin yeniden yazılması demekti. Arayış demek, yer yerinden oynayacak demekti. Arayış demek, dua ile lanet arasında ince bir yol çizilecek demekti.

“O halde,” dedi derviş, “biz de zikre hız verelim.”

Ve tekrar başladı:

“Ya Hu…YaHu…YaHu…”

Her tekrar, bir gezegeni yerinden oynatıyor gibiydi. Zaman
dalgalandı. Işık titredi. Karanlık yoğunlaştı. Bir şey doğuyordu. Ama henüz adı konulamıyordu.

Cinlerden biri, küçük olan, ürkek olan, yeni yanık izi taşıyan genç olan, Harzef’in kulağına eğildi:

“Bu zikri insan duyabilir mi?”

Harzef acıyla gülümsedi.

“İnsan? Duyabilir elbet. Ama duymaması için o kadar çok sebebi var ki… Kulakları kalınlaştı. Kalbi gürültülere karıştı. Dünyanın sesleri, göğün sesini bastırıyor.”

“Peki duyan olursa?” diye sordu genç cin.

Harzef’in gözleri bir an parladı.

“Duyan olursa dünya değişir.”

Tam o anda, tesbih tanesi bir kez daha döndü ve bu dönüşte öyle bir ışık çıktı ki, cinler bile geri çekildi. O ışığın içinden bir suret belirdi. Ne kadın ne erkek. Ne insan ne melek. Ne canlı ne ölü. Bir hatıra gibiydi. Bir sesin şekil bulmuş hali. Bir duanın vücut bulmuş hali. Belki de Adem’den beri süregelen bir “arayış”ın ete kemiğe bürünmüş hali.

Suret konuştu:

“Zikir yeryüzüne inecek.”

Melekler irkildi.

Cinler dondu.

Derviş gözlerini tesbih tanesine dikti.

“Hazır olan var mı?” diye sordu.

Bu soru boşluğun içinde yankılandı. Zamanın kıvrımlarından geçti. Başka âlemlere çarptı. Dünya üzerinde yaşayan bazı insanların rüyalarına değdi. Bir anne uykusunda ürperdi.

Bir çocuk ağlamaya başladı. Bir adam başını ellerinin arasına aldı, nedenini bilmeden hüzne boğuldu. Bir kadın, gece lambasını kapatırken birden içinden geçen bir korkuyu susturmak zorunda kaldı.

Hazır olan var mı?

Hazır olan var mı?

Hazır olan var mı?

Bu soru dünya topraklarına sızdı.

Ve dünyada birkaç kalp, bu soruya farkında olmadan “evet” dedi.

Derviş, tesbih tanesini eline aldı.

Tesbih, ağırdı.

Bir dağ gibi.

Bir sır gibi.

Bir günah gibi.

Bir çocuk gibi.

Bir kader gibi.

“Öyleyse,” dedi derviş, “başlayalım.”

Melekler kanatlarını kaldırdı.

Cinler geri çekildi.

Zikir ehlinin nefesi titredi.

Tesbih tanesi sanki büyüdü, büyüdü, büyüdü; bir anda bir güneş gibi ışık saçtı.

Ve Arş’ın bütün kapıları aynı anda açıldı.

O anda, dünyanın bir yerinde, bir adam Tokyo metrosunda gözlerini kapadı.

Bilmiyordu neden.

Sadece kalbinde bir ağırlık hissetti.

New York’un bir köşesinde, plazanın en üst katında çalışan bir kadın, birden bilgisayar ekranına bakarken gözleri doldu.

Bursa’da, 1500’lerin gölgesinde yaşayan bir keşiş, elindeki eski parşömeni titreterek yere bıraktı.

Samandağ’da Musa Ağacı’nın dalları hafifçe titredi.

Dünya bir an nefes aldı.

Nefesini tuttu.

Ve bir şeyin geldiğini sezdi.

Tesbih tanesi yeniden dönmeye başladı.

Ama bu kez dönüş, bir dua değil; bir çağrıydı.

Bir kapı değil; bir yoldu.

Bir lütuf değil; bir sınav.

“Başlıyor,” dedi derviş.

“Ne başlıyor?” diye fısıldadı genç cin.

Dervişin sesi, bütün âlemin içinden geçerek cevap verdi:

“İnsan ile göğün yeniden konuşması.”

Ve böylece, tesbih tanesinde dönen âlemler, insanlığın kaderini yeniden yazmak üzere harekete geçti.

Önceki sayfa 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33Sonraki sayfa

Alper Murat Kirpik 

Alper Murat Kirpik
(d. 1994, HatayTürkiye), Türk yazar, içerik üreticisi, AI Prodüktör.Alper Murat Kirpik, 1994 yılında Hatay’ın Antakya ilçesinde doğdu. Baba tarafından aslen Kahramanmaraş’dır. Eğitim hayatını Kilis 7 Aralık Üniversitesi ve Muş Alparslan Üniversitesi’nde Okul Öncesi Öğretmenliği lisans programlarını tamamlayarak sürdürdü. Mezuniyetinin ardından öğretmenlik yapmış aynı zamanda çeşitli medya ve yaratıcı projelerde yer almıştır. Vine, Instagram, Youtube gibi bir çok uygulamada mizah içerikleri üretti.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu