29. Bölüm– Yeşil Gözlü Çocuğun Gölgesi
(ZAMANIN ÖTESİNDE | Zikir Ehli, Cinler, Melekler)
Karanlık, bu bölümde bir örtü değildi; bir davetti. Işığın geri çekildiği, aklın sustuğu, iddiaların diz çöktüğü yerde başlıyordu yürüyüş. Zaman yoktu. Saat yoktu. Mekân, bir nokta gibi büzülmüş, sonra tekrar açılmıştı. O açılmanın içinde insan, insan olmaktan bir adım geride, kul olmaktan bir adım ileride duruyordu. Ve orada, kalbin tam ortasında, bir el uzanıyordu; ne tamamen görünür, ne tamamen gizli. Elin gölgesi vardı ama sahibi yoktu. Sahibi yoktu çünkü sahibi aranmıyordu. Arayan bendim. Bulan O’ydu.
Zikir orada, kelimeden daha önce başlamıştı. Dil henüz “Allah” demeden önce, kalp “Hu” diye atıyordu. Atışlar düzenli değildi, çünkü düzen dünya işiydi. Burada düzensizlik, ilahi bir ölçüydü. Nefes alıp verilirken, her nefes bir kapı aralıyor; her verişte bir yük bırakılıyordu. Omuzlarıma yüklediğim isimler, unvanlar, yıllar, hatalar, başarılar tek tek dökülüyordu. Karanlık, bunları yutuyordu. Yuttukça genişliyordu. Genişledikçe ben küçülüyordum. Küçüldükçe, o el daha da yaklaşıyordu.
El uzandıkça korku geldi. Çünkü insan, Tanrı’ya yaklaşırken bile egosunu yanında taşımak ister. “Ben geldim” demek ister. Oysa bu yol, “Ben yokum” diyenlerin yoluydu. Korku, cinlerin fısıltısı değildi bu kez; nefisti. “Yanarsın” diyordu. “Erirsin”. Oysa yanmak gerekiyordu. Erimek gerekiyordu. Mum, ışık olmak için erimez miydi? Ben de o karanlıkta, mumun kendisiydim; fitili kalbim, eriyen bedenim.
Zikir hızlandı. Aynı kelime değildi tekrarlanan. Bazen “Allah”, bazen “Lailahe”, bazen sadece bir iç çekiş. Melekler, kelimelerin arasındaki boşluklarda duruyordu. Cinler ise kenarlarda, sınır çizgilerinde. Onlar da seyrediyordu. Çünkü bu sahne, ne tamamen göğe aitti ne bütünüyle yere. Bir geçit sahnesiydi bu. Geçen bendim ama geçen aynı zamanda herkesti. Âdem’den bugüne, bugünden kıyamete yürüyenlerin ayak izleri üst üste binmişti.
Uzanan el, bir anda durdu. Dokunmadı. Dokunmadıkça ağırlığı arttı. Çünkü temas bazen gecikerek gelir. Geciken temas, insanı sınar. “Sabredecek misin?” diye sorar. Sabır burada beklemek değildi. Sabır, yanmaya razı olmaktı. Kalbimin içi bir kor gibi oldu. Dilimden dökülen zikri artık duymuyordum. O, beni söylüyordu. Ben zikir olmuştum. İsimler düşmüş, sıfatlar çözülmüş, sadece yön kalmıştı: yukarı değil, ileri değil, içeri.
O anda anladım ki karanlık, düşüşün değil doğumun rahmiydi. Işık oradan çıkıyordu ama önce her şey kararmalıydı. Musa’nın Tur’da beklediği karanlıktı bu. Yunus’un balığın karnında duyduğu sessizlikti. Peygamber’in Hira’da titrediği andı. Ve ümmetin her ferdinde bir kez, belki de defalarca yaşanacak olan o eşikti. “Oku” denmeden önceki sessizlik.
El nihayet değdi. Değmek, bir parmakla olmadı. Bir hatırlayışla oldu. Unuttuğum her şey geri geldi ama isimleri değişmişti. Günah dediğim şeyler birer perde çıktı. Sevap sandıklarım birer imtihan. Kendim sandığım benlik, bir yük. El, bunları benden almadı. Beni bunlardan aldı. Büyük fark buradaydı. Zikir, artık şükre dönmüştü. Şükür, sessizdi. Gözyaşı bile yoktu. Çünkü gözyaşı hâlâ bir talepti.
Meleklerin kanat sesini duymadım. Çünkü kanat sesleri rüzgâr içindir. Burada hava yoktu. Cinlerin varlığını hissettim ama korkmadım. Çünkü korkunun adresi değişmişti. Artık Allah’tan korkmak, her şeyden daha yakın bir duygu olmuştu. Bu korku kaçırmıyor, çağırıyordu. El, beni karanlıktan çıkarmadı. Karanlığı bana sevdirdi. “Burada kal” demedi. “Buradan geç” dedi.
Geçmek, yürümekle olmadı. Secdeyle oldu. Alnım yere değdiğinde, yer gök oldu. Gök yerle yer değiştirdi. Yukarı sandığım aşağı, aşağı sandığım yukarı oldu. Çünkü yönler iptal edilmişti. Zikir yere aktı, yer zikre dönüştü. “Sübhanallah” derken, her şeyin aslında ne kadar eksik olduğunu gördüm. “Elhamdülillah” derken, eksikliğin bile lütuf olduğunu. “Allahu Ekber” derken, kendimin ne kadar küçük, ne kadar emanet olduğunu.
El yavaşça çekildi. Ama yok olmadı. Artık içimdeydi. Karanlık da öyle. Zikir de. Melekler de, cinler de. Hepsi yerli yerindeydi. Kaos yoktu. Sadece tertip vardı. İlahi bir sadelik. Bu sadelik, yalın bir kelime gibiydi: teslim. Teslimiyet, kaybetmek değilmiş. Teslimiyet, yükü yerine bırakmakmış.
Kalktığımda zaman geri geldi. Ama ben onunla aynı değildim. Adımlarım hafifti. Çünkü ayaklarım yere değil, zikre basıyordu. Karanlıkta uzanan el, artık görünmüyordu. Ama biliyordum: Ne zaman kalbim kararsa, ne zaman benliğim kabarsa, ne zaman dilim susup kalbim sıkışsa… O el yine uzanacaktı. Çünkü o el, Rahmet’in ta kendisiydi. Çünkü o karanlık, yolun kendisiydi. Çünkü bu yürüyüş, bitmeyecek bir zikir hâliydi.





