30. Bölüm– Öfkeyle Çekilen Zikir
(2025, NEW YORK– TOKYO | Plaza Hayatı)
Öfke, o sabah camdan kulelerin arasına sinmişti. Asansör düğmesine basan parmaklar sertti, kahve bardakları masalara gereğinden hızlı bırakılıyor, selamlar yarım ağızla veriliyordu. New York’un göğe doğru uzanan binaları ile Tokyo’nun düzenli kaosu arasında görünmez bir ip vardı; iki şehir de aynı yorgunluğu taşıyordu. Cam yüzeylere yansıyan suretler, aslında birbirine benzeyen tek bir kalbi gösteriyordu: sıkışmış, aceleci, huzursuz. Ben de onlardan biriydim. Boynumda kart, cebimde telefon, zihnimde bitmeyen hesaplar… Ve kalbimin arka odasında biriken öfke. Sebebi belli olmayan, hedefi olmayan, ama varlığı çok gerçek olan bir öfke.
Sabah toplantısından çıktığımda, içimde bir şey kırılmış gibi oldu. Kimse bağırmamıştı, kimse hakaret etmemişti. Ama bir şey eksilmişti. Belki anlam. Belki yön. Camdan koridorun sonunda durdum. Şehrin gürültüsü yükseliyordu. Sirenler, ayak sesleri, klavye tıkırtıları… Hepsi bir anda üst üste bindi. Göğsüm daraldı. Öfke, orada kendini belli etti. Bir yumruk gibi kalbime vurdu. İşte o anda dilimden, hiç planlamadığım bir kelime döküldü: “Allah…”
Bu bir feryat değildi. Dua hiç değildi. Sadece öfkeyle söylenmiş bir isimdi. Ama isim, isimdi. Zikir, zikir. Niyet bozuktu belki ama kapı yine de aralandı. Çünkü Allah’ın ismi, kulun hâlini sormadan duyulurdu. Kalbim çarpıyordu. Bir köşeye çekildim. Telefonumu kapattım. Elimdeki her şeyi masaya bıraktım. Öfke içimde dolaşıyordu ama artık yalnız değildi. Onunla beraber bir hatırlayış gelmişti.
Zikir, sakin insanların işi sanılır. Oysa ben o gün öğrendim ki zikir bazen öfkeyle çekilir. İçten içe kaynarken, dişler sıkılıyken, dünya bütün ağırlığıyla sırtındayken… “Allah” dediğimde sesim titriyordu. “Ya Rab” dediğimde içimdeki düğüm çözülmüyordu hemen. Ama tekrar ettim. Çünkü başka tutunacak dalım yoktu. Plaza hayatı, insana çok şey verir gibi yapıp en temel şeyi alırdı: dayanacak bir anlam. O anlamı arıyordum.
Öfkenin içinde zikre devam ettikçe fark ettim: Öfke yavaş yavaş yön değiştiriyordu. İnsanlara değil, sisteme değil, kendime değil… Öfke, nefsime dönüyordu. “Neden bu kadar yoruldun?” diyordu bir ses. “Neden her şeyi sen taşıyorsun?” İşte orada İslam’ın çağrısı, kalbimin içine usulca girdi. Bağırmadı. Zorlamadı. Sadece şunu fısıldadı: “Teslim ol.”
Teslimiyet, yenilgi gibi anlatılır bu dünyada. Oysa ben o an teslimiyetin dinlenmek olduğunu anladım. Zikir hızlandı. “Allah… Allah…”Her tekrar, omuzlarımdan bir yük indiriyordu. Öfkem azalmadı önce; duruldu. Dalgalı deniz gibi… Hâlâ hareketli ama artık batırmıyordu. İçimde bir seccade açıldı sanki. Plaza katının ortasında, görünmez bir mescit. Kimse fark etmedi. Çünkü İslam bazen en kalabalık yerde, en gizli köşede yaşanır.
Öğle arası Tokyo ofisiyle yapılacak görüşme vardı. Ekran açıldı. Yüzler, selamlar, resmiyet. Ben içimden zikre devam ediyordum. “La ilahe illallah…” Bu kelime, öfkeyi kökünden sarsan bir kelimeydi. “Senden başka ilah yok.” Yani bu plaza ilah değil. Bu hedefler ilah değil. Bu korkular ilah değil. Bu öfke hiç değil. Kelime içime indikçe, kalbimin sertliği çözülmeye başladı. Bir sıcaklık geldi. Huzur değildi hâlâ. Ama huzura açılan kapının aralığıydı.
Zikir, zaman algısını değiştirdi. Saatler aynı geçiyordu ama ben aynı değildim. Öfkeyle başladığım zikir, şükre evriliyordu. “Elhamdülillah” dedim bir ara. Ne için? Bilmiyordum. Ama demek istedim. Çünkü nefes alabiliyordum. Çünkü hâlâ “Allah” diyebiliyordum. Çünkü bu çağrı, bana ulaşıyordu. İslam, o gün bana kitapla gelmedi. Bir vaazla gelmedi. Öfkenin içinden, zikrin ucundan geldi.
Akşam olduğunda şehir hâlâ gürültülüydü. Ama içimde bir sükûnet oluşmuştu. Camdan dışarı baktım. Işıklar yanıyordu. İnsanlar koşuyordu. Herkes bir yere yetişme derdindeydi. Ben ise ilk kez durabileceğimi hissettim. Secde etmedim belki o an. Ama kalbim eğildi. “Ya Rab,” dedim, “ben çok yoruldum.” Bu cümle, İslam’a atılmış bir adım gibiydi. Çünkü İslam, güçlülerin değil; yorulanların dinidir. Acziyetini kabul edenlerin.
Zikir devam etti. Öfke, yerini mahcubiyete bıraktı. Mahcubiyet, umuda. Umut, huzura. Huzur, sessiz bir gülümsemeye. O huzur, paradan değildi, başarıdan değildi. Bağlanmaktan geliyordu. İslam’da huzur, bağlanmaktır. Kendini Yaradan’a bağlamak, tüm kopuklukları onarır. Ben o gün bunu yaşadım. Ne dramatik bir an, ne mucizevi bir olay… Sadece bir kalbin doğru yere yaslanması.
Gece eve döndüğümde, zikir hâlâ içimdeydi. Yatağa uzandım. Telefon karanlıkta bir köşede kaldı. Gözlerimi kapattım. “Allah” dedim bir kez daha. Öfkeyle başlamıştı bu kelime. Ama şimdi şefkatle bitiyordu. İslam, bana bu şefkati vermişti. Kendime karşı, hayata karşı, Yaradan’a karşı.





