Alper Murat Kirpik Dini HikayelerKıymetli Yazarlarımızdan Seçmeler

Kitabımı Oku “ABIHAYAT”

ABIHAYAT

16. Bölüm– Koma Katındaki Sessizlik

(2025, NEW YORK– TOKYO | Plaza Hayatı)

Karanlığın bir kokusu var. İnsan unutuyor bunu. Bedeninden ayrılıp bir boşluğa düştüğünde, hiçbir sensörün çalışmadığı, hiçbir kasın hatırlamadığı o aralığa indiğinde, karanlık yalnızca bir yokluk değil; kesif, dokunulabilir, neredeyse solunabilir bir madde gibi kıvamlanıyor. Ben şimdi o kıvamın içindeyim.

Hangi yöne dönersem dönüyormuş gibi hissediyorum ama aslında hiçbir yöne dönmüyorum; çünkü beden dediğim şey, bu  gece unutulmuş bir çekmece gibi kapalı, hareketsiz, anlamını yitirmiş durumda. Koma… Doktorların metalik ağızlarda söyledikleri o soğuk kelime… Ama burada, bu sonsuz aralıkta, hiçbir kelimenin tıbbi bir karşılığı yok. Her şey, içimdeki fırtınanın diliyle, bilincin kendi kendine kusarak anlattığı bir masalın karanlık dilleriyle konuşuyor.

Ses yok. Ama bir uğultu var. Uğultu da bir tür sessizliktir belki. Bazen hayatın en gürültülü yerinde insan en büyük sessizliği duyar ya… Şimdi ben o sessizliğin içindeyim; uçurumun dibine yavaşça düşen bir kar tanesi gibi, sesi çıkmayan ama varlığı her yeri üşüten bir ağırlıkla.

Bazen soruyorum kendime —“Öldün mü?”

Ama bu soru bile yankı bulmuyor.

Belki yankı ölmüştür.

Belki yankının öldüğü yerde insan hâlâ yaşıyordur.

Sanki bir tüneldeyim. Ama tünelin duvarları yok. Bir hastane odasının vitrifiye kokusu uzaktan, çok uzaktan geliyormuş gibi… O kokuyu nasıl tanıyorum? Çünkü yıllarca plazalarda çalıştım; o ofislerin camlarının arkasında doğayı unutmuş şehirlerin steril kokusuyla aynı aileden bir koku bu. Bir tür “insanın kendine uzaklaşma kokusu”. Sanki modernliğin parfümü. Paslanmaz çelikten yapılmış ruhlar için üretilmiş bir koku. Buraya nasıl geldim? Bilmiyorum. Bilinç geriye doğru akmıyor. Bir nehir tersine akarken ne hisseder? Belki de hiç hissetmez; çünkü bütün nehirler gibi kaderine direnmekten yorulmuştur. Ben de o nehir gibiyim. Kendimi yukarı taşıyamıyorum. Akış beni geride bir yerlere itiyor. New York’un gökdelenleri ile Tokyo’nun neonlarının arasında sıkışmış bir ruh neye benzer? Belki bir dalgıç misali, çok derine inmiş ve çıkmayı unutmuş biri gibi. Belki de bir astronot gibi; oksijeni bitmiş ama hâlâ yıldızlara bakmayı sürdüren bir yalnızlık gibi.

Belki… Belki ben sadece uyuyorumdur. Ama bu uyku öyle bir uyku ki, sanki rüyalar bile beni terk etmiş; hiçbir görüntü tutmuyor, hiçbir anı kıyıya vurmuyor, her şey geri çekilen bir deniz gibi bilinçten uzaklaşıyor.

Ama uzaklaşmayan bir şey var: Kalbimin bir yerinde, çok derin bir yerinde, kelimesi olmayan bir suçluluk. Suçluluk… Evet. Neden bilmiyorum ama içimde büyük, ağır, siyah bir taş gibi duruyor. Plaza masasının üstünde bir dosya gibi değil bu; açıp okuyamıyorum. Sadece var. Var ve ağırlığıyla beni dibe çekiyor. Belki çok çalıştım. Belki çok sustum. Belki çok sevdim. Belki hiç sevmedim. Belki annemi aramadım. Belki kendimi hiç dinlemedim. Belki yanlış şehirlerde doğru insan oldum. Belki doğru şehirlerde yanlış insan. Bilemiyorum. Koma böyle işte… İnsan hatırlamadığı şeylerin de suçunu çeker.

Hâlâ o uğultu var.

Hâlâ karanlığın kokusu.

Hâlâ bu sessizlik.

Hâlâ bu nefes almayan zaman.

Birden ufukta bir çizgi beliriyor. Ufuk dediğim ne? Burada ufuk yok. Ama bilinç dediğimiz şey, karanlığa bir çizgi çekmekten ibaret bazen. O çizgi bir ışık mı? Hayır. Işık değil. Işığın taklidi. Bir hatıra. Bir anı kırıntısı. Sanki Tokyo’da bir akşamüstü, Shibuya’daki dev ekranlardan birinin parıltısı bilincimin içine düşmüş de orada küflenmiş gibi. O ışık kırpıyor. Ben de kırpıyorum. Göz kapaklarım var mı şu an? Bilmiyorum. Ama içimdeki bir kapak kapanıp açılıyor.
“Buradasın” diyor. “Henüz kaybolmadın.”

Sonra başka bir ses.

Bu kez dışarıdan.

Daha doğrusu dışarının içeriye sızmış hâli.

Belki bir hemşirenin ayak sesi.

Belki bir makinenin tekdüzeliği.

Belki ölümün bana yaklaştığını haber veren bir tıkırtı.

Ama bunların hiçbiri beni uyandırmaya yetmiyor. Beden, ağır bir mühür gibi kapalı. Ben içerideyim. İçeride olduğum hâlde içimin de içinde olmayan bir yerdeyim. Bir çekirdek gibi; kabuğum kırık ama ben hâlâ toparlanmış halde, karanlığa direniyorum.

—Neden buradayım?

Soru havada asılı kalıyor.

Bu kez yankı var.

Ama yankı ben değilim.

Bir çocuk sesi… Evet, bir çocuk sesi.

“Gitme,” diyor.

Ama kim ediyor?

Bana mı?

Yoksa ben mi kendime çocukluğumdan sesleniyorum?

New York’un beton koridorlarında büyümüş bir çocuk yoktu ki içimde. Ama her insanın içinde, nerede yaşarsa yaşasın, saklandığı bir çocuk vardır. Belki o çocuk şimdi bu tünelin içinde bana bir ip atmaya çalışıyordur. “Gitme,” diyor. “Bak oyun bitmedi.”

Oyun.

Evet.

Hayat zaten hiç bitmeyen, bitmeyince de insanı bitiren bir oyun değil mi?

Bir anda sesler değişiyor.

Kayıyor.

Bükülüyor.

Bir metal gıcırtısı gibi…

Bir metro kapısı kapanırken çıkan o tiz çığlık gibi…

New York metrosunun o karanlık, rutubet kokulu tünelleri geliyor aklıma.

Ama bu kez metro değil.

Bu kez tünelin içindeyim ama hareket etmiyorum.

Sanki tren benmişim de raylar beni unutmuş.

Bir rüya değil bu.

Bir ölüm de değil.

Bir bekleme.

Koma, beklemenin en siyah hâli.

Ama içinde garip bir huzur barındırıyor.

Çünkü hiçbir şey yapamamak bazen insanı özgür kılar.

Kurtulursun seçimlerin, hataların, sorumlulukların ağırlığından.

Sadece kalırsın.

Sadece olursun.

Ve ben burada, sadece “olmak” ile “olmamak” arasındaki o dar geçitteyim.

Bedenimin bir yerinde, çok uzaktan bir acı kıpırdıyor. Ağrı… Evet. Ağrı geri dönüyor. Ağrı dönüyorsa, yaşamda dönüyordur.

Ama acıyı hissetmek istemiyorum. Ağrı, bilincin kendine attığı tokattır. Uyan diyen bir el. Ama o elin dokunuşu sert. Şefkatli değil. Çünkü dünya hiç şefkatli olmadı. Plaza masalarının üstünde biriken belgeler, Tokyo sokaklarında hızlı adımlar atan insanlar, metro kartlarının sonsuz “bip” sesleri… Hiçbiri şefkatli değildi. Hepsi aceleci, hepsi talepkâr, hepsi doymazdı.

Bu yüzden ağrıyı istemiyorum.

Ağrı beni hayata çağırıyor.

Oysa hayat beni hep uzaklaştırdı.

Bir kez daha çocuk sesi duyuyorum:

“Gel,” diyor.

Ama bu kez tınısı farklı.

Bu kez daha ağır.

Daha üzgün.

Daha… bilge.

Bir çocuğun bilgelik taşıdığı bir alemde olabilirim belki de.

Belki bu çocuğu ben gömdüm içime yıllar önce.

Şimdi o beni gölgeler arasından geri çağırıyor.

“Gel,” diyor. “Sana bir şey göstereceğim.”

Adımlarım yok.

Ayaklarım yok.

Ama sürükleniyorum.

Boşlukta bir hareket…

Bir gelgit…

Bir kıpırtı…

Bir kapı beliriyor.

Kapı dediğim şey tanıdık.

Evet, bu Tokyo’daki kapsül evimin kapısı.

O daracık kapsül…

Her gece içine girerken kendimi bir kalbin içine giriyormuş gibi hissettiğim o küçük oda.

Kapı açılıyor…

İçerisi karanlık.

Ama karanlık bu kez korkutucu değil.

Sanki bana ait.

Sanki yıllardır beni bekliyor.

Kapsülün içinde biri var.

Ben.

Evet, ben.

Bir gölge hâlinde.

Gözleri kapalı.

Kulaklarında kulaklık.

O loş mavi ışık yüzüne vuruyor.

Göz altları çökük.

Tükenmişlik…

Yorgunluk…

Belki de intiharın eşiğinde bir sessizlik.

“Bu sensin,” diyor çocuk sesi.

“Bu hep sendin.”

Ama o hâlime bakamıyorum.

Çok ağır.

Çok kırık.

Bir insanın kendine bu kadar yabancı düşmesi…

Bir insanın kendinden böyle kaçması…

Kendi gölgesinden bile saklanması…

“Niye gösteriyorsun?” diye fısıldıyorum.

Sesim yok.

Ama fısıltım var.

“Çünkü geri dönmek için önce düştüğün yeri bilmen gerek.”

Kapsül kapanıyor.

Ben geriye itiliyorum.

Tünel kararıyor.

Koku yoğunlaşıyor.

Koma derinleşiyor.

Ve sonra…

Bir ses.

Çok çok uzaktan.

Sanki bir camın arkasından.

Sanki bir rüyanın içinden.

“Adınızı söyleyin. Eğer duyuyorsanız gözlerinizi oynatın…”

Bir hemşire.

Bir doktor.

Bir insan.

Koma, insana en çok unuttuğu şeyi hatırlatıyor: İnsanlığını.

Masaların, dosyaların, ışıklı tabelaların, neon şehirlerin altında ezilmiş o çıplak insanlığını.

Bir şey kıpırdıyor içimde.

Bir şey geri dönmek istiyor.

Bir şey hâlâ yaşamak istiyor.

Ama aynı anda bir şey de bırakmak istiyor.

Dünyayı.

Kavgayı.

Telaşı.

Kendini.

“Geri dönecek mi?”

Bu söz birinin ağzından dökülüyor.

Belki annemin.

Belki sevdiğimin.

Belki kimsenin.

Ama biri bekliyor.

Bu kesin.

Ve o bekleyiş, beni hayata bağlıyor.

Bekleyen biri varsa, insan ölmez.

Bekleyen biri varsa, koma bile pes eder.

Birden karanlık çatlıyor.

Bir ışık sızıyor.

Ama bu kez hatıra ışığı değil.

Bu kez gerçek.

Tıbbi, beyaz, soğuk ama gerçek.

Bilinç eğiliyor.

Bilinç bükülüyor.

Bir kapı aralanıyor.

Ve ben…

Henüz uyanmıyorum.

Ama uyanmanın kıyısına kadar geliyorum.

“Gitme,” diyordu çocuk sesi.

“Gel,” diyordu çocuk sesi.

Belki aynı söz.

Belki aynı yer.

Belki uyanmak, gitmekle gelmenin aynı noktada birleştiği bir çizgidir.

Koma katındaki sessizlik…

Her nefesimi geri istiyor.

Ama ben artık nefeslerimi saklamıyorum.

Çünkü onları yeniden alabileceğimi hissediyorum.

Ve o an…

O ince, keskin, çiy damlası gibi bir an…

Bir şey oluyor.

Hayat geri dönüyor.

Ama ağır.

Ama utangaç.

Ama ürkek.

Belki göz kapaklarım titredi.

Belki doktor haklıydı.

Belki zaman hâlâ benim yanımdaydı.

Karanlığın kokusu hafifliyor.

Uğultu çekiliyor.

Tünel geriye kayıyor.

Ve ben kendi içimden fısıldıyorum:

“Henüz bitmedi.”

Önceki sayfa 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33Sonraki sayfa

Alper Murat Kirpik 

Alper Murat Kirpik
(d. 1994, HatayTürkiye), Türk yazar, içerik üreticisi, AI Prodüktör.Alper Murat Kirpik, 1994 yılında Hatay’ın Antakya ilçesinde doğdu. Baba tarafından aslen Kahramanmaraş’dır. Eğitim hayatını Kilis 7 Aralık Üniversitesi ve Muş Alparslan Üniversitesi’nde Okul Öncesi Öğretmenliği lisans programlarını tamamlayarak sürdürdü. Mezuniyetinin ardından öğretmenlik yapmış aynı zamanda çeşitli medya ve yaratıcı projelerde yer almıştır. Vine, Instagram, Youtube gibi bir çok uygulamada mizah içerikleri üretti.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu