Ağlatan Hikayeler

Çok Güzel Bir Hikaye “AH BENİM YAŞAMA SEVİNCİM”

Çok Güzel Bir Hikaye

Çok Güzel Bir Hikaye “AH BENİM YAŞAMA SEVİNCİM”

Funda TERZİ

Çok Güzel Bir Hikaye "AH BENİM YAŞAMA SEVİNCİM"Bir denizanasıdır umut, ta suların ortasında

Açılır, kapanır. Açılır, kapanır.

Kapanır, kapanır, açılır…

“Yine yağmur yağıyor Müzeyyen.”

“Eyvah eyvah! Bıktım ulan bıktım bu yağmurdan.”

“Yok, be karıcım, yağmurdan bıkılmaz. Damdan akan sudan bıkılır, rutubet tutan duvardan bıkılır. Yağmur ne bilsin bizim damın delik deşik olduğunu.”

Öğlen saatleri olmasına rağmen akşam karanlığı çökmüştü, puslu, neşe kaçıran bir hava hâkim oluvermişti şehre. Şevket oturduğu yorgun yeşil koltuğundan isteksizce kalktı iyice zayıflamış bedeni, onu uzun boyuna rağmen hastalık sahibiymiş gibi gösteriyordu. Hafiften kamburlaşan sırtı, beyaza yüz tutmuş saçları ve yüzündeki derin çizgiler; daha kırklarının başında olmasına rağmen aynaya her baktığında ona yaşlandığını söylüyordu. Sırtında yük taşır gibi ağırdan attı adımlarını, çerçeveleri yıpranmış, yer yer kavlamış dökülmüş pencereye dayandı. Beş katlı eski binanın en üst katındaki evlerinin camından görünen manzarada uzun uzun kaldı yorgun gözleri. İleride görünen pazar yeri tenhalaşmış, ıslanmak pahasına son ucuzluğu kaçırmak istemeyen tek tük insanlara kalmıştı meydan. Alıp alabilecekleri hep aynıydı; poşete bir türlü sığmayan pırasa, akşam ucuzluğunun gözdesi; en son beş kilosu yedi buçuk olan patates, az miktar alınıp pırasa torbasına atılan havuç, birkaç kilo da çürük çarık meyve. Şevket’in içi daraldı, bakışlarını çamur deryası olmuş yerden kaldırdı, ne fayda yukarılarda da durum farklı değildi, yamuk yumuk çatılardan yükselen kara kara dumanlar boğuk havayı iyice berbat gösteriyordu. Derince aldığı soluğu yavaş yavaş geri bırakıp: “Bu yağmur durmayacak Müzeyyen.” Müzeyyen ezberlenmiş hareketlerle birkaç kova alıp gelmişti bile. Belli başlı noktalara yerleştirdi emektarlarını sonra başladı yine söylenmeye: “Daha yeni ozonladım küfleri, tavana kireç vurdum yapılır mı bu be!” Kovaya düşen damlalar tuhaf bir ahenk katıyordu konuşmalara. Kocasının hayata bakışını ve her daim başarısız oluşunu diline dolayan ama bir yandan da kimseye laf söylettirmeyen el aleme karşı hep arkasında sağlam duruş sergileyen sahiplenici bir tutumu vardı daha kırkına yeni basmış alımlı güzel bir kadındı Müzeyyen.

“Çatı sırası bizde, ben çıkıp tenekeleri boşaltayım. İnşallah tekrar dolmadan yağmur diner.”

“Ben çıkayım Müzeyyen, sen yoruldun bugün.”

“Yoo, ben malımı biliyorum! Birde kırığınla çıkığınla uğraşamam kış günü. Ben halleder gelirim hemen.”

“Hamarat karım benim.”

“Hamarat benim gibilere denmez adam! Kuru, sıcak evlerde oturup o evlerde börek yapan, kaymak gibi parkelerin her gün tozunu alan kadınlara denir.” Karısı odadan çıkıp gittikten sonra Şevket düşüncelere daldı. Karısına hamarat sıfatı olmamıştı gerçekten, sırıtmıştı. Peki, ne demeliydi Müzeyyen’e. Bir sıfat bulamadı.

Müzeyyen, boyası dökülmüş, gıcırdayan kapıyı açıp koridora çıktı. Duvara dayanmış hâlihazırda bekleyen merdiveni kuvvetlice kavrayıp çatı girişine dayadı. Hızlıca tırmanıp bir buçuk metrelik çatı katına ulaştı, eğilip iş görmek durumundaydı el yordamıyla tenekeleri bulup çatı giderine aktardı. Karanlık, küf ve güvercin dışkılarının kokusu midesini ayağa kaldırmıştı: “Hay lanet yağmur! Hay lanet çatı!” Güç bela inip eve girdi, üşüyen bedenini harıl harıl yanan sobaya yaklaştırdı, bir süre öylece kaldıktan sonra: “Geç olmadan yemeği halledeyim ben.”

Şevket, karısının bitkin haline acıyarak: “Canım yemek istemiyor be karıcım, gel oturalım sıcak sıcak.”

Kadın yemek telaşından kurtulmanın verdiği rahatlıkla koltuğuna yerleşti. Çatı katındaki pis koku yapışmıştı sanki burnuna yüzünü ekşitti, başka şeyler düşünmeye çalıştı.

“Ah Müzeyyen, içimden gülmek geliyor. Sinirlenme hemen ben de biliyorum halimizin ağlamalık olduğunu ama Müzeyyen, şimdi ağlarsak bir daha gülmemiz çok zor olacak.” Müzeyyen belki hali olmadığından belki kocasının sözlerine gerçekten kulak astığından ses etmeden dinliyor, yağmur cama vurdukça aklına tenekelerin dolmuş olabileceği ihtimalini getirip anlık bir sıkıntıya kapılıyor sonra derhal unutup yine kocasının sözlerine bırakıyordu kendini.

“Hayat bize sürekli çelme takıyor, bilmem niye? Bir evlat vermedi Allah bize eyvallah, üniversite mezunuyum yine de bir işte dikiş tutturamadım ya da ne kadar şerefsiz evladı varsa hepsi bana denk geldi ona da eyvallah. Hırsımızı kurban ettik, hayallerimiz, hedeflerimiz birbirini vurdu ama gülüşümüzü kimselere vermedik, düşünemiyor musun Müzeyyen demek ki en değerli şey bu! Anla artık bizden onu almaya çalışıyor hayat.” Müzeyyen artık gülümsüyordu ve o da gülüşünün elindeki tek koz olduğunu biliyordu artık.
“Yatalım Müzeyyen belki sabah olur.”

Yirmi yıllık, sağı solu kırık yataklarına girip yattılar, kadın yorgundu, tam dalacakken kocasının sesiyle irkildi.

“Müzeyyen?”

“Ne?”

“Yatağı öbür köşeye mi çeksek?”

“Niye mekân mı sıktı?”

“Bir delik daha açılmış, yüzüme yüzüme damlıyor.” Kadın, uykuyu kenara atıp bir kahkaha kopardı.

“Biliyor musun Müzeyyen, gülünce çok güzel oluyorsun, keşke daha çok gülsen.”

“Beni güldürmeyen bahtım utansın be koca.”

“Bahtın ağlasa da sen yine de gül. Gülmek, kendi elinle vermedikçe kimsenin senden alamayacağı tek şeydir.” Kalkıp yatağı bir güzel taşıdılar diğer köşeye. Güldüler, gülünmeyecek şeylere bile güldüler. Kovada biriken suya yeni damlalar eklenirken kollarını iki yana açıp neşeyle bağırdı Müzeyyen: “Gülüyoruz ulan gülüyoruz, ağlamıyoruz, ne yaparsan yap güleceğiz.” Müzeyyen ve Şevket Bey bu başkaldırının sonunda yine ıslandılar, yatağı çektikleri diğer köşenin de tavanı su akıtıyordu. Acaba öyle mağrur mağrur bağırmasalar mıydı? Güldükleri için mi böyle olmuştu?

Şevket’in uykusu iyiden iyiye kaçmıştı. Müzeyyen uyusun istiyordu böylelikle kendisiyle baş başa kalıp her zaman ki gibi camın kenarına geçip hayatını yorumlayıp tevekküle dalıp sabaha mutlu bir insan olabilmeyi amaçlıyordu. Nihayetinde yatağı bir kez daha çevirdiler. Şevket, karısı uyuyana dek saçlarını okşadı. Bir süre öylece uzandıktan sonra yatağından sessizce doğruldu. Müzeyyen halıyı ne ara akıl edip toplamıştı? Geçen sefer halı ıslanmış, kış günü kurutmak için epey uğraşmışlardı. Bu sefer karısı uyanık davranmıştı. Uzun uzun yere, ıslanan kara betona baktı sonra karısına döndü tekrar ellerini saçlarında gezindirdi. O anlar içinden nelerin geçtiğini kendisine bile duyurmadı. Sabahın ilk ışıklarına kadar camın kenarında öylece oturdu. Hep yaptığı gibi önce hayatı sorgulamayla başlayıp hayatın bir noktadan sonra sorgulanmaması gerektiğine kanaat getirip yatağına döndü.

“Günaydın Müzeyyen”

Müzeyyen çoktan kalkmış, sobayı tutuşturmuş mis gibi çayın kokusunu bütün eve yaymıştı bile. Dün sağanak yağmurun yerini bugün keskin bir ayaz ve ona ayak uydurmaya çalışan kar yağışı almıştı. Buhranlı bulutların yerini ise daha aydınlık daha vakur bir gökyüzü kaplamıştı. Müzeyyen de daha mutlu görünüyordu dünün aksine kuş gibi şakıyordu resmen. Mırıldandığı şarkısını kesmemek için kocasının günaydınına gülümseyerek başıyla selam vermişti.

“Şevket Bey bir bardak ayılma çayı alır mısın?”

Müzeyyen’in elinden çay içmek gibisi yoktu Şevket için. Hele bir de tatlı tatlı konuşsun açsa doyardı, üşüyorsa ısınır. Yılları da böyle geçirmemişler miydi zaten bir bardak çaya, bir tatlı sohbete geçivermişti koskoca yirmi yıl. Harıl harıl yanan soba, eskimiş pencerelerden sızan soğuk rüzgârla göğüs göğse mücadele ediyordu. Bu durum salonun ne aşırı ısınmasına ne de aşırı soğumasına müsaade etmiyordu. Şevket duvarda asılı eski aynanın karşısında yanaklarını ve çenesini fırçayla köpüğe boyadı, sağını solunu kesip kanatarak tıraş oldu. O tıraş olana kadar Müzeyyen ekmekleri sobada kızartmış, köyden annesinin gönderdiği mis gibi tereyağını üzerlerine sürmüş, çayları doldurmaktaydı. Şevket için sobanın üzerinde fokurdayan çay kokusuna eşlik eden kızarmış tereyağlı ekmeğin tadı sadece iştah açan bir kahvaltıdan öte, yaşama sevincini besleyen hayatla arasındaki damar olagelmişti yıllar içinde. Kahvaltıya başlamadan önce, eskimekten gri renge dönmüş fakat jilet gibi ütülü, lacivert takım elbisesini giydi. Yetişmesi gereken bir işi yoktu henüz ama yine de bir şeylere yetişecekmiş gibi hazırlandı. Kahvaltıda hayatlarından uzak konuları konuşmayı adet edinmişlerdi. İkisinin de bu huzurlu kısacık vaktin heba olmasına gönlü razı olmamıştı hiç. Şevket, kahvaltıdan sonra rutubet kokulu eski merdivenleri usul usul inip yeni tutmaya başlayan karda ayak izlerini bırakarak yol aldı. Esnaf yeni yeni kıpırdanmaya başlamış, dükkânlarda önce çaylar demlenmiş ardından günlük işlere bakılmıştı. Sokağın en eski dükkân sahiplerinden, Şevket’in de sık sık ayakkabılarını tamir ettirdiği Ömer Usta, küçük camekânına yeni yaptığı deri ayakkabıları yerleştirmekle uğraşıyordu. Selam vermeye hazırlanan Şevket’i fark etti. “Hayırlı sabahlar Ömer Usta.”

“Oo hayırlı sabahlar olsun Şevket, çay demlenmiştir gel iki lafın belini kıralım.”

“İşinden alıkoymayayım seni.”

“Ya hu, ne işi? Maksat gün geçirmek bizimkisi, gel döküyorum çayları.”

Küçük, ortasında fındık sobası yanan deri ve boya kokmasına rağmen samimi hissettiren bir dükkândı. Ömer Usta’nın ileri görüşlü, açık fikirli, muhabbeti hoş bir adam olması Şevket’in ara sıra uğrayıp hasbihal yapabileceği bir ortam hanine getirmişti burayı. Çıtır çıtır yanan fındık kabuklarının sesi, sobanın üzerinde fokurdayan, arada kısık bir ıslık çıkaran emaye çaydanlıklar insanı gerçekten hasbihal için zorluyordu. İskemlelerini sobanın yakınına çekip oturdular. Kar yağışı epey hızlanmış ve insanı kör eden bir ayaz başlamıştı. Şevket Bey’in sıkıntılı halinden bir dost sohbetine ihtiyacı olduğunu anlayan Ömer Usta, dostunu incitmemeyi de çok iyi biliyordu söze kendisi başladı bu yüzden.

“Hey gidi günler, bir zamanlar günlük üç ayakkabı dikerdim şimdi üç günde tek tük tamir işleri geliyor.”

“Dünya çok gelişti Ömer Usta haline şükret sen.”

“Doğru söylüyorsun dostum da insanın ağrına giden şeyler var. Didinip duruyorsun yine de ellerin bomboş kalıyor ne bir itibarın oluyor ne paran.”

“Haklısın belki, insanlar artık sadece zenginler için zahmete giriyor. İtibar da paran olunca oluyor. Ama bu beni ırgalamaz usta. Hala insana insanca değer verenler olmalı. Mutlaka olmalı.”

“Ben senin kadar umutlu değilim. Değer görmeyince küsüyor insan hayata”

“Hayat, ona küsebileceğin bir şey değil ki ayrıca küstün diyelim, bu işleri çıkmaza sokmaktan başka bir işe yaramaz dostum.”

Ömer usta elini kel kafasında gezindirdi, düşüncelere daldı yine de anlayamadı, daha fazla kafasını bulandırmak istemedi.

“Ne yaptın, iş bulabildin mi?”

“Yaklaşık on fabrika gezdim, hepsi arayacak! Kimse sicilli bir muhasebeciyi işe almak istemez, ben olsam bende durup düşünürdüm.”

“Gel de sövme hayata işte, ah o baban rahmet okuyasım gelmiyor kusuruma bakma Şevket.”

Şevket’in gözleri dışarıda dans eden kar tanelerine takıldı. Dışarı çıkıp birkaç kar tanesi yakalamak için fazla mı büyüktü? Bu keyiften artık mahrum kaldığını anlamış ve içi acımıştı birden. İş bulamamış olması bu kadar üzmemişti, er ya da geç bir kapı açılırdı muhakkak ama çocukluğu terk etmişti belli ki onu, belki de bir kuburda ölmüştü. Dudaklarını isteksizce hareket ettirip; “babam” dedi. “Bana önce yaşamı sevdiren sonra yaşamla karşı karşıya getiren adam…” devamını getiremedi, sessizliğe daldı. Sonra bir çocuk çıkageldi kapının önüne yüzüne yapışmış bir gülümseme, merakla bakan iri iri kapkara gözler… Ellerini camekâna yapıştırdı sonra burnunu değdirdi. Hınzır bir gülüş yolladı içeriye ardından sokağa atladı. Başladı kar tanelerini yakalamaya, daireler çiziyor, hopluyor, zıplıyor arada durup avuçlarına doldurduğu kar tanelerine bakıyordu. Her tuttuğu tane saniyeler içinde eriyip kayboluyor ama çocuk yenilerini yakalayıp koyuyordu yerine. Derken bir adam beliriverdi yanında, elinden tuttu: “Ne yapıyorsun bakalım?”

“Kar tanelerini yakalıyorum babacığım. Öğrettiğin gibi avucumda biriktiriyorum ama kayboluyorlar, elimden kayıp gidiyor hepsi.”

“Sonra ne yapıyorsun peki?”

“Sonra yenilerini yakalıyorum.”

“Peki, sonra ne oluyor?”

“Onlar da kayboluyor, ama ben pes etmiyorum yine yakalıyorum.”

Adam küçük çocuğun ellerini avuçlarının arasına aldı bir süre ovaladı. Sıkıca sarıldı: “Hayatın boyunca kar tanelerini yakalamaktan vazgeçme. Avucundan akıp gideceğine emin olsan bile.”

“Peki, kar yağmazsa?”

“O zaman yağmuru yakala, güneş açarsa güneşi yakala. Sana en keyiflisini söyleyeyim mi? Geceleri ara sıra uykunu böl, yıldızları yakala.”

Adamın konuşması bittiğinde çocuk, sanki adamın saydığı her şeyin sahibi olacakmış gibi sevindi. En çok da yıldızlar heyecanlandırmıştı onu artık her gece uyanıp yıldız yakalamaya koyulacaktı. Bir an önce akşam olsun istedi, bu gece ilk seferine çıkacaktı. Baba oğul el ele tutuşup diğer elleriyle kar tanesi yakalayarak usulca gözden kayboldular. Şevket’in gözlerinden yanaklarına birkaç damla yuvarlandı, ayağa kalkıp sokağın sonuna doğru uzun uzun bakıp çocukluğunu uğurladı. Gülümseyip tekrar küçük fındık sobasının dibindeki yerine ilişti, derince içini çekti: “Bizimki de böyle be Usta, baba yadigârı umutlarımız var bir tek.”

“Ya hu Şevket yaş elliye dayandı, ne yaşadın deseler bir tek yaşadığım günü bilirim, sen ise hala umutlardan bahsediyorsun. Bazen düşünüyorum da acaba dünya başka bir gezegenin cehennemi olabilir mi?”

“Cehennem diyemem ama dünya cennet ve cehennemin ortak uzantısı olabilir. İncecik belli belirsiz bir sınırı var biz ise o çizgide ancak sek sek oynar dururuz. Ayağını hasbelkader cennete attıysan asla çıkmak istemezsin delice sahiplenirsin. Ümit hep vardır ne olursa olsun cennet buysa her şeyin bir çaresi olduğunu bilirsin. Ama cehennem o sınırı bir geçmeye gör oradan bir daha çıkamayacağını anlarsın çünkü ümit asla yoktur ne kadar sahiplenmek istemesen de bu ateşten dünya artık senindir.”

Sözünü bitirip ayaklandı: “Ben artık kalkayım” dedi.

“Nasıl istersen dostum, arada uğra özletme kendini.”

“Eyvallah.”

Gidebileceği son bir yer vardı artık bilerek en sona bıraktığı ve inşallah gerek kalmaz dediği. İçinde umutsuzluğa yer vermeden hızlandı, birkaç sokak sonra meydanın en gösterişli binasının önündeydi. İçinden hiç girmek gelmiyordu ama bir yandan da başka çaresi olmadığının farkındaydı. Müzeyyen’i düşündü mutlulukla gülümsediği yüzünü getirdi gözlerinin önüne bu gerçekten cesaret vermişti. Paltosunun omuzlarına biriken karı temizledi, şapkasını çıkartıp çırptı, ayaklarını sertçe yere vurup kardan kurtardı. Binaya girer girmez enfes bir sıcaklık çarptı yüzüne, kıpkırmızı kesilen ellerini ovuşturdu, ısıtmaya uğraştı. Birkaç saniye kendiyle muhasebe yapmaya koyulduysa da yeri değil deyip asansörün düğmesine bastı. Az önce buz tutan avuçları şimdi terliyordu, küçük bir çocukken gözlerinden yaş akıtan o sızıyı anımsadı, saatlerce karda oynayıp sonra sobanın sıcağına vardığında ellerini kaplayan o sızıyı şu anki stresle değişmek için neler vermezdi. Asansör beşinci kata gelip açıldığında isteksiz adımlarla çıkıp, karşısındaki kapıya yöneldi. Kapının girişindeki büyük mavi tabelayı alaycı gözlerle süzdü. Bir an önce halledip oradan çıkmak istedi. “Hey gidi dünya, dönüp dolaşıp beni, babamın bittiği yerden başlatıyorsun.”

Üzerinden yıllar geçmesine rağmen kanayan bir yaraydı babası Halil Bey’in gidişi. Sanki olacakları bilmiş gibi oğluna hırsı değil hoşgörüyü öğretmişti, ne olursa olsun hayatı sevmeyi aşılamıştı. Ama yine de içinde küçücük bir tarafı, böyle olmayabilirdi, bu kadar sıkıntıyı çekmeyebilirdim diye ara sıra hayıflanmıyor değildi.

Halil Bey, varlıklı bir ailenin büyük oğluydu. babasını erken yaşta kaybettikten sonra ailede babalık görevini üstlenmiş bu sorumluluğu hayatı boyunca taşımıştı. İki kız kardeşini evlendirmiş, gariban takımı damatları mal mülk sahibi etmişti. Küçük erkek kardeşini, çocuğuymuşçasına sahiplenişi, ayağına taş değdirmeyişi, babasının ölürken vasiyetiydi kendisine fakat bu görev aşkı, kardeşinin gitgide ortaya çıkan ve bitmek bilmeyen hırsını görmesine engel olmuştu. Büyüdükçe asileşen, para düşkünü, nankör bir adam olmuştu Rıfat. Abisinin insanüstü çabaları ve teşvikiyle okumuş, inşaat mühendisi olmuştu yine de abisine karşı en ufak bir vefa kırıntısı bile beslememişti. Şevket daha ilkokul çağlarında iken baş göstermişti mal kavgaları. Babası, amcası  Rıfat’ı evlendirmiş, hakkı olan mallardan daha fazlasını da vererek sırtında kamburlaşan sorumluluğundan biraz olsun kurtulmak istemişti. Şevket’in zavallı anacağızı, Rıfat’a evladı gibi muamele etmiş, çoğu zaman “o emanettir” deyip kayınının güvenliğini kendi çocuğundan üstün tutmuştu, son yaşadıkları büyük kavgada annesi her zamanki anaç tavrıyla herkesi sakinleştirmeye çalışmış fakat oğlu gibi sevip büyüttüğü Rıfat’tan aldığı karşılık, “Sen karışma yenge bozuntusu” olmuştu. Evlat deyip koynunda uyuttuğu, öz çocuğundan üstün tuttuğu bu minnetsiz, küstah adama iki çift laf etmişti elbet.

“Dünya tüm açları doyuracak kadar büyüktür, ama yine de senin hırsını doyurmaya yetmez.”

O gün annesinin Rıfat’ı son görüşüydü. Birkaç ay geçmeden ilerlemiş olan hastalığı nedeniyle çok sevdiği kocasını ve oğlunu ardında bırakıp hakkın rahmetine ulaşmıştı. Rıfat, küçüklüğünde ana dediği yengesini, ölüm döşeğinde ziyaret etmek istediyse de vefasızlığıyla kalbinden bıçakladığı kadın, bu gösteriş kokan isteği zinhar kabul etmedi.

Anne acısıyla boğuşan oğlunu, annesinin daha mutlu olacağı bir yere gittiğine inandıran da yine babası olmuştu. Hiçbir kötülüğün olmadığı ve sadece annesi gibi iyi insanların kabul edildiği cennet hayatının varoluşu içini rahatlatıyordu. İyi bir insan olup buradan da annesinin yüzünü güldürebileceği gerçeği, Şevket’i yaşama sevincine kavuşturmuştu tekrar.

Şeytandan ders almışçasına, halis insanların bile çözemeyeceği kurnazlıkla oyunlar oynayan Rıfat’ın mal edinme sevdası dinmemişti. Gün geçtikçe zenginliğine zenginlik katıyor olması da onu, bu yoldan alıkoyamamıştı. Bazen sağdan yaklaşıp dostanece bazen usulsüz yollardan kanun hükmüyle babadan kalma tüm arazileri üzerine almış, gelişen ticari zekâsıyla bir inşaat firması kurup sayısız apartmanlar dikmişti. Ağabeyi ile beş daire karşılığı anlaşıp aldığı arsadan da zırnık koklatmamıştı. Halil Bey bir yandan hastalıklarla cebelleşirken bir yandan da varlık içinde yokluk çekmeye başlayan oğlunu güç bela okumaya göndermişti. Şevket okulunu bitirip geldiğinde babası onu karşısına almış en ciddi baba oğul konuşmasını yapmışlardı. Şevket’in o güne dair hatırladığı karşılıklı birkaç cümle vardı birde hatırladıkça vicdanını sızlatan öfkesi.

“Etme eyleme baba, elimizde o kadar maldan bir parça arsayla bu eski ev kaldı.

Şimdi de bunlara mı gözünü dikmiş deyyus!”

“Yaptıklarından pişman, gelip elime nasıl sarılıp öptüğünü görseydin anlardın.”

“O zaman sadece affetseydin. Evi, arsayı vermek neyin nesi?”

“Şirketi batmak üzere zaten tapusunu almayacak kredi alabilmek için ipotek gösterecek.”

“Kefil olacaksın yani.”

“Ben değil sen olacaksın. Tapuları senin üzerine geçirmiştik.” “Ne hali varsa görsün! Asla olmayacağım.”

“Olacaksın, o benim kardeşim Şevket. Babam onu bana emanet etti, ne yaparsa yapsın yüzüstü bırakamam.”

“Bırakma baba! O şerefsizi yüzüstü bırakma. Yıllarca koruyup kolladığın mirası, geceni gündüzüne katıp alın teri döktüğün emeğini ver gitsin ver de onları da yesin, senin ve annemin ömrünü yediği gibi!”

“Keşke bir kardeşin olsaydı o zaman belki anlardın beni. Emanet bir kardeşle evladını bir ömür terazide sabitlemeye çalışmak ne kadar zor bir imtihan oldu benim için bilemezsin.”

“İyi ki olmamış! Çok şükür kardeş vermemiş Allah bana. Evlatta vermesin, imtihanda vermesin!” Nihayetinde Şevket amcasına kefil olmuş sonrasındaki üç sene boyunca ne babası ne de kendisi Rıfat’ın yüzünü tekrar görmemişti. Üç sene sonunda ancak ağabeysinin ölüm döşeğindeki son anlarına yetişebildi. Son model arabasıyla avluya girdiğinde sessiz sedasız cenaze bekleyen tüm kalabalık, onun geldiğini anlamış ama kimse oralı olmayınca karşılama görevi, henüz yeni gelin sayılan Müzeyyene düşmüştü. İlk kez karşılaşıyordu bu soğuk suratlı adamla. Cakasından onun Rıfat olduğunu hemen anladı, bozuntuya vermeden buyur edip paltosunu aldı. Kayınpederinin yattığı odanın kapısına kadar eşlik etti. Rıfat kapıyı tıklatıp odaya girdiğinde iki ablası ve yeğeni Şevket, ağabeyinin başucunda Kur’an okuyordu. Şevket, amcasının geldiğini fark etmiş, kafasını kaldırmadan okumaya devam etmişti. Rıfat, ağabeysinin sapsarı olmuş yüzünü ve küçücük kalmış bedenini süzdü, bir süre hareketsiz öylece kalakaldı. Sonra dağılan zihnini toparlayıp yatağın ucuna ilişti. Şevket amcasıyla muhatap olmaktansa bir sure daha okumayı yeğledi, yeni sureye başlamadan babasını kontrol etti sonra gayrı ihtiyari amcasıyla göz göze geldi, söyleyecek çok şey vardı belki ama zamanı şimdi değildi. Sustu…

Rıfat geleli yaklaşık bir saat olmuştu ve ağabeyi gözlerini bir kez bile açmamıştı. Beş on dakika daha bekleyip gitmeyi planlamıştı ki hiç de aşina olmadığı, cılız bir ses işitti.

“Geldin mi Rıfat?”

“Geldim, ağabey geldim, buradayım.” Ayakucunda oturan kardeşine; kurumuş, renksiz kalmış eliyle yaklaş işareti yaptı. Rıfat başucu tarafına geçip yere çöktü, yüzünü ağabeyine yaklaştırdı.

“Bir isteğin mi var ağabey?”

“Ben iyi bir ağabey olamadım. Affet, hakkını helal et bana.” Duydukları karşısında Rıfat gevşerken, Şevket yumruklarını sıkmış ama göz yaşlarına hâkim olamamıştı. Neyin helalliğini istiyordu bu adamdan.

“O nasıl söz ağabeyciğim, helal olsun?”

Ağır ağır ama net cümleler kurarak devam etti Halil Bey:

“Ben iyi bir ağabey olamadım. Keşke sana da kar tanesi toplamayı öğretebilseydim.” deyip gözlerinde beklettiği iki damla yaşı da salıverdi.” Bu hale gelişine mani olabilirdim o zaman.”

Rıfat’ın içindeki çalkantılar yüzüne yansımış, boğazına bir yumru takılmıştı. Ağa beyi ile göz göze gelmemeye çabaladı. Bakışlarını, gözleri kıpkırmızı olmuş Şevkette sabitledi. İyi hissettirecek bir şeyler söylemek istiyordu fazla düşünmeden aklına ilk gelen cümleleri söyledi:

“Evladın bana emanet ağabey, babamın beni sana emanet ettiği gibi sen de onu bana emanet et.”

Dudakları kurumuştu, artık dakikalar öncesinden daha güç konuşabiliyordu yine de son kalan gücünü toplamaya çalıştı.

“Keşke babam da evladını, bana değil de Allah’a emanet etseydi. Şimdi günahkâr biri olarak gidiyor olmazdım belki.”

Odadaki herkes derin bir sessizliğe gömülmüş her biri iç muhasebesine girişmişti. Rıfat’ın yüzünü, daha önce hiç görülmemiş bir üzüntü kaplamıştı. Belki de abisinin gerçekten gittiğini, onu bir daha asla göremeyeceğini yeni idrak edebilmişti.

Babasının ölüm acısına, Müzeyyen’in varlığıyla katlanabilen Şevket, aylar sonra hakkında açılan dosyalar, icra takipleri ve çalıştığı iş yerinden “Sicili kirli bir muhasebeciyi bünyemizde barındırmamız mümkün değildir.” açıklamalı kovulma mektubuyla yüz yüze gelmiş ve ilk şoku atlattıktan sonra bir yanlışlık olduğunu düşünüp işin aslını araştırmaya girişmişti.

Günler süren banka ziyaretleri, adliye koridorları onu amcası Rıfat’a götürmüştü.

“Bütün bunlar ne demek oluyor?”

Amcası önce, karışık yüz ifadesiyle yeğenini süzdü daha sonra tek kaşını kaldırıp otoriter ve seviyeli bakışlarıyla oturduğu siyah deri koltuğundan kalktı. Cebine soktuğu tek elini çıkarıp iki elini belinde birleştirdi. Konuşmasını yeğeninin yüzüne bakarak değil arkasındaki, tüm duvarı kaplayan camdan dışarı bakarak yaptı.

“Böyle olmasını ben de istemedim ama iş hayatı bu, bazen sorunlar büyür ve bunu birinin üstlenmesi gerekir. Şirketimizin bekası için yaptığın bir fedakârlık olarak düşün.”

“Şirketimiz! Şirketimiz ha! Babamdan söke söke aldığın hakkın olmayan paralarla kurduğun bu lanet şirket nereden bizim şirketimiz oluyor?”

Rıfat, yeğeninin hiddetini gördükten sonra daha yumuşak yaklaşmaya karar vermiş, sahiplenici amca rolüne bürünmüştü.

“Evladım, sakin ol. İşlerin bu raddeye geleceğini ben de kestiremedim. Olan oldu artık önümüze bakalım.”

“Ne demek kestiremedim! Hakkımda açılmış yirmi küsur dosya var. İcraların biri gidiyor biri geliyor. Bunlar yüzünden sicilim kirlendi, işten kovuldum! Hayatımı altüst ettikten sonra geçip karşıma sakin sakin ‘kestiremedim’ mi diyorsun?”

“Yeter! İş hayatı bu, sakin olmak ilk kuraldır. Tabii senin gibi işçiler bunu anlayamaz.

Neyse benim toplantım var az sonra. Yarın gel yerleş şirkete oluruna bakarız her şeyin.”

“Sen nasıl bir insansın be! Bizden çaldığın paralarla kurduğun şirkette bana sadaka gibi iş mi veriyorsun! Beni kefil gösterdiğin borçları ödeyeceksin amca! Pisliğini temizle ve bir daha sakın bana bulaşma!”

Rıfat’ın bu hainliği neticesinde Şevket’in elinde avucunda ne varsa hepsi alakası olmayan şirket borçlarına gitmişti. Babasından kendisine kalan tek şey olan, Müzeyyen ile oturdukları ev de ellerinden gidince, Müzeyyen’in babasına ait, o dönemde bile eski sayılabilecek yapısız ve biçimsiz olmasına rağmen yarı ömürlerini içinde geçirecekleri daireye taşınmak zorunda kalmışlardı.

Hayat tüm hışmıyla üzerine geldikçe Şevket, sağduyusu ve her şeye rağmen kalbinde barındırdığı yaşama sevinciyle ayakta kalabilmişti. Umudundan başka sarılacak bir şeyi de kalmamıştı zaten. Böylelikle yoksulluğun, her ayrıntısını yaşamaya başlamışlardı. Şevket’i muhasebeci kimliğiyle kimse işe almıyor bu nedenle hiç de alışık olmadığı günlük ağır işlerde çalışarak ancak karınlarını doyurabiliyorlardı. Buna rağmen üzerinde hala bir miktar kalan borcu ödemek zorunda kalmıştı. Yaklaşık on beş yılı böyle geçirmişlerdi. Umutsuzlukla umudun birbirinin peşinden hiç ayrılmadığı onca sene, bu duruma düşmeden anlayamayacakları güzellikleri keşfetmişler, yokluğun içinde saklı duran varlığı görmüşlerdi.

Şevket, vasıfsız birçok işte sebat edip çalışmış açta açıkta kalmayacak ama fazladan bir şey de alamayacak düzeye gelebilmişti. Kapı gıcırtısını bahane edip gülecek kadar keyifli günleri de oluyordu, ağızlarından tek kelime çıkmayan günleri de.

Şevket kendisini kan tutmasına rağmen üç yıldır dört– on iki çalıştığı tavuk kesim çiftliğinden üç aylık alacaklı olmasına rağmen teselli için eline canlı bir tavuk verilerek işten çıkarılmıştı. Eve hayli üzgün halde elinde çırpınan tavukla geldiğinde, Müzeyyen, bu işten de çıkarıldığını anlamış fakat gülse mi ağlasa mı bilememişti. Karı koca bir de tavuk evde bir müddet oturduktan sonra Müzeyyen:

“Kesip kendimize ziyafet çekelim bari. Allah bir kapı açar elbet.”

“Doğru söylüyorsun Müzeyyen. Ama nasıl keseceğiz ki bunu?”

“Ben nereden bileyim? Bunun işinde çalışan sensin.”

“Tam da bu yüzden çıkarıldım zaten Müzeyyen. Kesemiyordum kesilenleri ayıklıyordum hep.”

“Bu vaziyette bir de tavuğa bakacak değiliz herhalde. Sokağa in kestirecek bir adam bulursun illa ki.” Şevket tavuğu bir güzel kucaklayıp sokağa indi ama üzerinde toplanan şaşkın bakışlar karşısında utanıp kimseden yardım isteyemedi. Başına bela olan tavuğu tekrar kucaklayıp evin yolunu tuttu.

“Ne o kıyamadın mı tavuğa yoksa?”

“Yok, Müzeyyen, kendim kesmeye karar verdim.”

“Emin misin, yapabilecek misin?”

“Yaparım tabii, o kadar da değil herhalde.”

Şevket, tavuğu da alıp banyonun yolunu tutmuş, tavuğu banyo da bırakıp mutfaktan büyükçe bir bıçak alıp geri dönmüştü. Müzeyyen’e kararlı bir tavır takınsa da eli ayağına dolaşmıştı ama el mahkûm yapacaktı. Başka çaresi olmadığının farkındaydı. Yere çömelip tavuğa doğru yaklaştı, gırtlağından tutup “Bismillahirrahmanirrahim” deyip bıçağı savurdu. Savurmasıyla tavuğun feryat edip kan fışkıran boynuyla oradan oraya koşuşturması bir olmuştu. Gördükleri karşısında şoka giren Şevket oracıkta bayılıvermişti. Gördükleri karşısında gülme krizine giren Müzeyyen kocasını ayılttıktan sonra mundar olup çöpe giden tavuğun kirlerini temizlemek zorunda kalmıştı.

Şevket’in eski gücünün ve sağlığının olmayışı günlük işlere bile gitmesine imkân vermemişti. Böylece hayatının en çıkmaz iki yılı başlamıştı. Bu zorlu iki yılın sonunda kader onu, on beş yıldan sonra Rıfat’ın karşısına çıkmaya zorlamıştı.

Şimdi önünde durduğu kapı, iğrenerek baktığı mavi tabela sinirlerini zorluyordu. Yine de yapacaktı bunu çektiklerini düşünüp cesaret verdi kendine ve kapıyı tıklatıp içeri girdi. Rıfat ofisinde değildi. Sekreter kız onu beklemesi için bir odaya götürdü, içecek bir şey isteyip istemediğini sordu. Şevket kuruyan boğazını rahatlatmak için bir bardak su rica etti. Bir saate yakın bekledikten sonra Rıfat nihayet gelmişti. Sekreteri ona ‘bekleyen var’ dediğinde ‘kimmiş, gelsin” deyip cevap beklemeden odasına geçti. Şevket sekreterin yönlendirmesiyle odaya girdi. Rıfat yıllardır görmediği yeğenini  karşısında görünce neye uğradığını şaşırdı. Ama yüzünde memnuniyet duygusu dalgalanmıştı. Yerinden kalkıp Şevket’e yaklaştı ve belki de hayatında ilk kez sarıldı yeğenine. Amcasının bu beklemedik sarılışı karşısında tepkisiz kaldı. Belki samimiydi gerçekten sarılıyordu ama yine de kollarını amcasına dolamak gelmedi içinden. Yüzüne bakmakla yetindi. Yıllar amcasından pek bir şey götürmemişti hatta kendisinden daha genç göründüğü su götürmezdi.

“Hoş geldin, aslanım.”

“Buraya gelmeyi hiç istemedim, seninle sadece mahşerde görüşürüz diye umuyordum.”

“Ama buradasın.”

“Kader utansın.”

Rıfat ve Şevket büyük çalışma masasının önündeki karşılıklı deri koltuklara oturdu. İkisinde de sakinlik hâkimdi. Geçmişten konuşmak ikisinin de içinden gelmiyordu. Şu an sadece ilk kez karşılaşmış iki insan olmayı istediler. İçinden ince, cılız bir ses isyan etse de kulak asmadı. Her şeye rağmen yüreğinden taşan yaşama sevinci tüm olumsuzlukların uğursuzluklarından koruyordu onu. Amcasının gözlerinin ta içine bakıp gülümsedi. Rıfat’ın hiç beklemediği bir huzur hâkim oluyordu ortama ama rahatlamak yerine içi sıkılmıştı. Özel dikim ceketini çıkardı, boğazına kadar gelen kravatını gevşetti. Sıkışan kalbini rahatlatmaya çalışıyordu belli ki. Şevket amcasının neler hissettiğini anlamıştı ve kararan kalbinin çaresizliğini de.

“Ben kalbim her sıkıştığında gülümserim. Neden biliyor musun?”

Rıfat kırıştırdığı yüzünü düzeltmeye çalışarak:

“Nedenmiş?”

“Çünkü kalp gülmek ister, sen onu güldürmedikçe o seni sıkıştırır.”

“İşe yarıyor mu bari?”

“Zor! Çünkü kalp senden daha akıllıdır. Onu kolay kolay kandıramazsın. Yalan atsan bir o yemez, gözlerinin görmek istemediğine o inatla bakar ve amca, nereye kaçarsan kaç o kalmak istediği yerde kalır.”

Rıfat sancılarını unutup, tek eli kalbinin üzerinde sesli sesli güldü.

“İçinde başka bir insan yaşıyor gibi mi?”

“O insan, senin aslındır amca! Kalbini kirleterek kendini zehirledin şimdi kendi içinde can çekişiyorsun.”

Az önce kahkaha atan Rıfat’ın yüzünde, okunamayacak kadar karışık duygular dalgalandı. Hep kaçtığı iç hesaplaşmasıyla yüz yüzeydi artık. Dakikalarca aynı noktada beklettiği gözlerini zorlanarak yeğenine çevirdi. Ağzı, bölük pörçük bir yığın  sözle dolduğu halde dudakları kıpırdayamadı bile. Anlamıştı. Şimdi söyleyeceği tüm şeylerin tarihi geçmişti çoktan. Kendisini yıllar öncesinden alıp bugüne getirdi.

Şevket’in yüzünde, iyiden iyiye derinleşmiş çizgilere baktı.

“Yıllar çok zor geçmiş olmalı.”

“Umutla geçti.”

“Umut ne demek hiç merak etmedim biliyor musun? Sadece istedim ve aldım ben.”

“O zaman şu an mutlu ve huzurlu olmalısın amca.”

“İçimdeki o kişi bana hiç huzur vermedi. O beni dürttükçe ben daha çok hırslandım.

O bana bir şeyler fısıldadıkça öfkem devreye girdi. Yıllarca karşı koyamadığım nefret duygusu meğer kendimeymiş desene!”

“Bir gün buraya geleceğime ihtimal vermiyordum fakat hayat bazen tüm yolları kapatıp asla adım atmayacağın yolu açıyor önüne.”

“Ben ise bir gün geleceğini biliyordum ama burayı başıma yıkacağını hayal ettim hep. Ona göre gardımı almıştım. Seni nefret dolu bakışlarla düşünüp nefret dolu sözler hazırladım yıllarca. Bir sürü tartışma kurup hepsinden kendimi haklı çıkardım.”

“O tartışmalara asla girmeyeceğim. Sen kendi içinle hesaplaşmalısın! Unutma kalbini kandıramazsın en fazla karartırsın.”

Şevket, amcasının ısrarlarına rağmen tek kuruş kabul etmedi. Sadece kirlenen sicili yüzünden iş bulamadığını ve referans olmasını istedi. Amcasının bütün beklentisine rağmen onu affettiğine dair bir emare bırakmadı. Yıllar önce aç bir maymun gibi ellerinden aldığı malların davasını da görmedi. Rıfat’ı kendi içiyle yüz yüze getirmeyi başarmıştı ve asıl olmasını istediği şey de tam olarak buydu.

Dışarı çıktığında hava kararmış durmaksızın yağan kar sokakları beyaza bürümüştü. Şevket iç huzuruyla birleşen sakin havayı derin derin soludu neden sonra Müzeyyenin kızgın bakışları geldi gözlerinin önüne. İstemsizce gülümseyip hızlandı. Bugün doğum günüydü ve Müzeyyen kocası için, kestaneli pasta yapmış olmalıydı. Gürül gürül yanan sobayı düşündü, üzerinde demlenip tüm eve yayılan mis gibi çay kokusunu… Evin pejmürdeliği, Müzeyyen’in doldurduğu huzur sayesinde hiç gelmemişti gözünün önüne. Ev her aklına geldiğinde tarifsiz bir keyif gelip yerleşmişti Şevketin içine. Evin sokağına girdiğinde Müzeyyen’i camda kendisini beklerken buldu. “Ah Müzeyyen, senin şu camda beni bekleyişini dünyalara değişmem.” dedi ve son birkaç adımını da hızlıca atıp binaya girdi, beş kat merdiveni bir çırpıda çıkıp kapıyı çaldı. Müzeyyen kapıyı açtığında düzenlemeye çalıştığı nefesini birkaç saniye tuttu. Müzeyyen uzun zamandır taramadan topladığı saçlarını açmıştı. Dalgalı, uzun, kızıla çalan kahverengi saçları; sandıktan çıkan nadide bir kadifeyi andırmıştı. Bal rengi gözleri hepten ortaya çıkmıştı, utangaç bakışlarını gizlemek için birden hiddetlendi.

“Nerede kaldın, insan bir arar haber verir, be adam!”

Şevket, gözlerini karısından alamadan ayakkabılarını çıkarıp içeri girdi. Karısının yarı utangaç yarı meraklı hali hoşuna gitmişti.

“Kusuruma bakma, seni camda beklettim.”

Müzeyyen kocasının omuzlarından aldığı ıslanmış paltosunu kuruması için sobaya yakın bir yere iliştirirken kocasına derin derin baktı. Gözlerinden taşan şefkati güzelliğinin önüne geçivermişti. Keyifle yedikleri yemeğin ardından Şevket, başını Müzeyyenin dizine bırakıp uzandı. Onunkinden daha huzurlu bir baş daha olamazdı. Başı Müzeyyenin dizindeyken tavanda gördüğü küfler hiç de koymuyordu. Hatta belki sonraları huzuru anımsatan bir resim olarak çıkabilirdi zihninin bir köşesinden.

Müzeyyen kocasının başını nazikçe tutup dizini çekti yerine yastık yerleştirecekti ki Şevket toparlanıp kalktı.

“Tüh! Uyandırdım mı?”

“Uyumuyordum.”

“Bal gibi de uyuyordun”

“Uyumuyordum, Müzeyyen sadece gözlerimi kapatınca daha kolay hayal kuruyorum.”

“Ne hayal ettin ki?”

“Seni, beni ve…”

“Ve?”

“Neşeli bir şeyler işte.”

Müzeyyen yaptığı pastayı getirmek üzere mutfağa gittiğinde Şevket de pencereyi açıp ayıltıcı havayı içine çekti. Gece olmasına rağmen öyle zifiri bir karanlık söz konusu değildi. Her yer beyaza bürünmüş, havaya tatlı bir pembelik hâkim olmuştu. Başını gökyüzüne çevirdi, görünürde bir tek yıldız bile yoktu. Nedeninin peşine düşmediği bir sızı işledi içine. Gözlerini gökyüzünden ayırıp karşısında tablo gibi duran manzaraya çevirdi. Tek hareketlilik sokak lambalarının ışığında birbiri ardına inen kar tanelerindeydi.

“Bu mükemmellik. Aslında birer şaheser olsalar da yıldızsız ve insansız ne kadar da yalnız görünüyorlar.”

“Bir şey mi dedin?”

Şevket, Müzeyyen’in içeri gelişini fark etmemişti. Camdan çekilip içeri girdiğinde Müzeyyen, keyifle pastanın üzerine yerleştirdiği mumları yakıyordu. Şevket Müzeyyen’e, Müzeyyen de eline aldığı pastasıyla Şevket’e doğru yürüdü. Titrek mum alevlerini usulca söndürdü Şevket.

“Dilek tutsaydın Şevket! Hiç dilek tutmadan olur mu?”

“Sen hayatımda varken dilek tutmaya utandım Müzeyyen. Ben bir tek insanın varlığı sayesinde tüm insanların varlığına katlanabildim. Senin varlığın buradayken başka bir şey daha dilemek fazlalık olur.” Müzeyyen kocasının sıcacık gözlerine kalakaldı. Konuşmaktansa sarılmak daha çok şey anlatabilirdi. Düşenin boğulduğu bu hayatta, bulduğu en güvenli yere; kocasının göğsüne yaslandı.

Sabahın erken saatlerinde çalan telefon, uzun zamandır olmayan bir telaşı başlatmıştı evde. Arayan kişi evraklarını hazırlayıp hemen yarın iş başı yapması gerektiğini söylemişti. Kısa bir süre ne yapacaklarını bilememiş, odada oldukları yerde kalmışlardı. Müzeyyenin sevinç çığlıkları, neyse ki atmosferi normale döndürmüştü. Müzeyyen, aceleyle çaydanlıkları ocağa yerleştirip içeri döndü. Sobanın kapağını açıp kül dolu kovayı çıkarttı yerine kömür ve odun dolu kovayı yerleştirdi. Gazete kâğıdını ateşleyip odunların arasına iliştirdi.

“Beş dakikaya ısınırız. Hadi hazırlan bir an önce.”

Şevket, avucunu yanaklarında gezindirip sakallarının uzunluğunu kontrol etti. Tıraş olmalıydı. Müzeyyen bir yandan kahvaltılık hazırlarken bir yandan da itinayla ütülediği gömleği sandalyenin sırtına astı. Hararetle yanan soba, az evvel ağızlardan buhar çıkartacak kadar soğuk olan odayı sıcacık yapmıştı. Şevket tıraş ettiği yüzüne kolonya sürdü. Üzerini giydi ve bir parça çörekle birlikte içtiği bir bardak çayın ardından vakit kaybetmeden evden çıktı. İstenilen evrakları mesai saati bitmeden tamamladı. Mahalledeki kırtasiyeye girdi, mavi dosya alıp kâğıtları içine yerleştirdikten sonra işe kabul edildiği ambalaj firmasının yolunu tuttu. Yürüyerek gitmek çok zaman alacağı için dolmuşa bindi. Dışarının serin havasına karşın dolmuşun içi havasızdı bir o kadar da kötü kokuyordu. Çok zamandır yıkanmamış hatta ıslanıp kurumuş kaban kokularına karışan sigara kokuları midesini kaldırmış, sıkıntıdan terlemişti. Dönen başını sakinleştirmek için elindeki dosyayı yüzüne kapattı. Nihayet ineceği durağa geldiğinde kendini dışarı attı. Bir müddet beklediyse de iyi hissetmiyordu. Zor bela şirkete ulaşıp dosyasını teslim etti. Personel müdürüyle yaklaşık yarım saat konuşmuştu fakat sadece yarın sabah sekiz buçukta orada olması gerektiğini aklına yazabildi. Bir an önce eve gitmek istedi çünkü vakit geçtikçe daha da kötüleşiyordu. Tekrar aynı yolu düşünmek ölüm gibi geldiyse de yapacak bir şey yoktu. El mahkûm dolmuşa atladı. Biner binmez bir yere oturup gözlerini kapadı. Eve geldiğinde benzi sararmıştı, terlemişti de. Müzeyyen’e kısa açıklamalar yapıp yemek bile yemeden yattı. Sabaha karşı uyandığında terden sırılsıklam olmuştu. Müzeyyen’i uyandırmadan kalkıp üzerini değiştirdi. Dünkü kadar kötü hissetmiyordu ama yine de halsizdi. Müzeyyen uyanana kadar sobayı yakıp çay demledi. Bir bardak içip kendine gelmeye çalıştı.

İşe başlayalı bir ayı geçmişti. Şevket ilk maaşını birkaç gün gecikmeli de olsa almış, ilk iş Müzeyyen’i yemeğe götürmüştü. Hayat onlar için de normal işlemeye başlamıştı nihayet. Yemekte birkaç ay sonrası için düzgün bir eve taşınmanın planını yaptılar. Müzeyyen için damı akmayan bir eve taşınmak tarif edilemez bir mutluluktu. Düşündükçe içi içine sığmıyordu. Karısının yeni ev hayallerini anlatırken ki hali, hayalperest bir çocuğun, uçuk hayallerini sahiplenişi gibi masum ve istekli oluşunu anımsattı Şevket’e. Müzeyyen’in yıllarca içinde tutmak zorunda kaldığı heyecanlarını gördükçe, Şevket’i katmerli üzüntüler sarıyordu.

“Ah Müzeyyen! Beni hayatta en mutlu hissettirensin ve insanlığımdan utandıran.”

“Ben sende, hiçbir şeye sahip olunmadan da mutlu olunabileceğini öğrendim koca! Şimdi bakma sevindiğime aslında korkuyorum.”

“Neyden korkuyorsun?”

“Herkes gibi olmaktan, gülüşümüzü dünyaya satmaktan korkuyorum.”

“Ben de.”

Şevket, çalışmaya başladığından beri hafta sonlarının buhran havası gitmişti. Her cumartesi Müzeyyen ile bir dışarı turu yapar, eksik gedik bir şey varsa giderir akşamüzeri, Müzeyyen’in mutfağa girmesiyle kendisi de kitap okumakla meşgul olurdu. Kitap okumaya nadiren tercih ettiği dost sohbetleri de oluyordu. Kahvehanenin önünden geçerken mutlaka içeri bir selam yollar. Eğer içeride Ömer Ustayı görürse uğrar bir çay içer, iki lafın belini kırarlardı.

Pazar sabahı, şiddetli ağrılarla uyandı Şevket, soğuk soğuk ter döküyordu. Yeni girdiği işten izin alıp oluşacak mırıldanmaları göze alamamıştı ama iş ciddiye biniyordu belli ki. Yarın mutlaka doktora gitmeliydi. Sıcak ekmek alma bahanesiyle kendini, soğuk ayazların döndüğü sokağa attı. Yüzüne çarpan soğuk ayıltıyor fakat saniyeler içinde midesine saplanan ağrılar yeniden kıvranmasına neden oluyordu. Yerden avuçladığı karı terleyen suratına boca etti. Artık titriyordu ama kendine biraz olsun gelebilmişti. Fırına girdiğinde, yoğun şekilde sıcak ekmek buharına maruz kaldı. İçerisi o kadar sıcaktı ki nem camda buğulanıp damla damla yere akıyordu. Hızlıca aldığı iki ekmeği koltuğunun arasına sıkıştırıp dışarı çıktı. Başı dönüyor, midesi bulanıyordu. Oturacak bir yer arandı, titreyen dizleri daha fazla devam edemeyecekti. İki üç metre ileride üç beş bankı olan park bozması bir yer vardı. Oraya gitmeye yeltendiğinde gördüğü her şey tepe taklak ters döndü. Kendini boşluğa nasıl bıraktığını anlayamadı bile. Az ilerisinde bulunan çam ağacının dalları gökyüzünde pervane gibi dönüyordu. Fırına gelen Ömer Ustanın sesini işitti. Sonra başına toplaşan insanların siluetleri seçmeye çalıştı hepsi birbirine girmişti sanki. Çenesinden boğazına akan sıcaklığı hissetti. Aynı sıcaklık kulaklarında da vardı. Boğazına dolan kokudan bu sıcaklığın kan olduğunu anladığında korkuya kapıldı. Ambulansın sesini, derin bir kuyudan duyar gibi oldu hâlbuki gelmişti bile. Koşarak yanına gelen sağlık ekibi seri hareketlerle sedyeye yerleştirip ambulansa soktular. Yapılan birkaç işlemden sonra baş dönmesi azalmış bilincini toplamayı da başarmıştı Şevket, susadığını hissetti, o kadar ki “bir pınar olsa ağzımı dayayıp kana kana su içsem” diye geçirdi içinden. Gözlerini tavanda sabitleyip kahvaltının başında ekmek bekleyen Müzeyyen’i düşündü.

“Beyefendi. Beyefendi!”

Şevket gözlerini kendisine seslenen kadın doktora çevirdi.

“Efendim?”

“Gözlerinizi dikmeyin tavana, öldünüz sanıyorum.”

“Sana mı bakayım? Amma çirkinsin, tavan daha iyi.” Patavatsızlığının bedelini alan doktor suratını asıp elindeki formu doldurmaya devam etti. Hastaneye vardıklarında kısa boylu, tıknaz bir doktorun müdahalesine bırakılmıştı. Donuk suratlı doktor insani bir sıcaklık göstermese de işinin ehli olduğu belliydi.

Mide kanaması nedeniyle koskoca üç gününü hastane odasına feda eden Şevket; doktorları nihayet iyi olduğuna ikna edebilmişti. Müzeyyen taburcu işlemlerini hallederken o çoktan hazırlanmış, odadaki eşyalarını çantaya toplamıştı. Bir an önce işe başlamak istemesine rağmen bugünü de evde geçirecekti. Beş günlük raporu vardı ve bir gününü de evde geçirmenin nesi fenaydı.

Eve geldiklerinde öğlen olmak üzereydi. Tüm gece aralıksız yağan karın ardından havanın soğuğu bir nebze kırılmış, gökyüzüne karanlık bulutlar akın etmişti.

“Sanki yağmur geliyor Müzeyyen.”

“Çatı sırası, bizde değil neyse ki.”

“Yağarsa çatıda biriken karları da eritir, nöbet de tutsalar baş edemezler.”

Müzeyyen sıkıntılı, kanepe örtülerini düzeltti. Çorba yaptı. Çay demledi. Geçmiş olsun a gelenlerle canlanmıştı ev. Akşam olmaya başlayıp misafirlerin ardı kesildiğinde Şevket okuduğu kitabın güzel bir yerindeydi. Bunu Müzeyyen’in de duyması gerektiğini düşündü. Sobanın orantısız sıcaklığı ve akşamın loşluğunda Şevket’in naif sesinden inen kelimeler daha mı anlamlı geliyordu sanki Müzeyyen’e. Bir kanepeye sığışıp öylece yattılar.

Şevket, sabah kömür taşıyan Müzeyyen’in istemsizce çıkardığı iniltiye uyandı. Acılı yüz ifadesiyle tek eliyle belini tutuyor diğer eliyle sobayı tutuşturmaya çalışıyordu.

“Müzeyyen!”

“Günaydın. İşe gecikeceksin, haydi kahvaltı hazır.”

Müzeyyen’in çektiği ağrı sofra da bir şey yemesine hatta konuşmasına pek imkân vermiyordu. Suskunluğun diğer mimarı ise Şevket’in derinleşen kederiydi. Keşke hiç evlenmese miydi? Müzeyyen’e ne verebilmişti ki acıdan ve çileden başka. Her şeye bela okuyası gelmişti ki karısının mahmur sesi kalbindeki karartıyı dağıttı:

“Yemiyorsun bir şey? Rahatsız mısın yoksa?”

“Bak ne diyeceğim. Aşağı mahallede bizim İrfan ağabeyin yaptığı bina tamamlanmış. Çok güzel oldu diyorlar, yerlere ithal parke döşetmiş. Tüm dairelerin banyosuna da kabin taktırmış. İş çıkışı gidip bir bakalım ha ne dersin?”

“Bilmem ki. Daha kaç ay oldu işe gireli hem orası fazla değil mi bize? Karşı binadaki Ragıp dede öldü ya çocukları kiraya verecekmiş oraya bakalım bence.”

“Oranın buradan ne farkı var, Allah aşkına!”

“İkinci kat orası. Çatısı akmaz, badanasını da yeni yapılmıştı, masraf etmeyiz ayrıca gıcır gıcır sobayı da giren kiracıya bırakacaklarmış.”

“İrfan ağabeyin binası merkezden ısıtmalı. Düşünsene Müzeyyen, soba derdi yok, her köşe sıcacık, musluklardan kaynar sular akıyor pırıl pırıl kaymak gibi ev.”

“Düşünmesi bile harika Şevket.”

“Beş gibi hazır ol. Üçe beşe bakmıyorum tutuyorum o daireyi. Artık hak ettiğin gibi yaşayacaksın sen de.”

Müzeyyen o kadar heyecanlanmıştı ki çektiği ağrıyı bile duymuyordu. Saniyeler içinde onlarca hayal kurdu ve bu hayallerin ötekiler gibi değil, gerçek olacak olması sevinçten deliye döndürmüştü onu. Beşe kadar nasıl sabredeceğini düşünürken bir yandan da çıkmak üzere olan kocasının paltosunu hazırladı. Şevket, karısının bir çocuk masumiyetindeki yüzünü elleri arasına aldı. Dağınık saçlarını okşayıp gitti.

Bir katı henüz inmişti ki hala kapıda bekleyen karısına bağırdı:

“Beşte hazır ol ha, beni soğukta bekletme!”

Şevket gittikten sonra Müzeyyen, çığlıklar atarak dans etti. Temizlik bile yapmadı onun yerine günlük kullanmadığı eşyaları toparlamayı tercih etti. Yüklük olarak kullandıkları küf kokan odayı kolaçan etti. Sandıktakilerden umudu yoktu; “Çoktan küflenmişlerdir.” dedi. Büyükçe bir kolinin içinde duran, hiç kullanamadığı çeyizlik yemek takımına baktı. Oldukça zarif, bej rengin üzerine mürdüm rengi dalların olduğu kaliteli bir takımdı. Almanya’da yaşayan teyzesinin düğün hediyesiydi. O zamanlar bilezik takmayıp tabak getirdiği için cimrilikle suçladığı teyzesini şimdi minnetle anıyordu. Bu tabaklarla yeni evinde vereceği ziyafetleri düşündü. Sonraları bir iki eşya da alırlardı illa ki. Öyle bir eve yeni eşya şarttı, “Hemen değil tabii zamanla olur.” dedi.

Şevket, iş yerine az gecikmeyle varabildi. Bir an önce masasına kurulup biriken işlerini halletmeliydi. Çalışanların, odasına geçmiş olsun ziyaretleri bittiğinde muhasebe raporlarına odaklanmak istese de içindeki coşku buna izin vermedi. En geç bir haftaya yeni bir yaşamları olacaktı en çok da Müzeyyen’in yeni evlerindeki ışıl ışıl hali zihnini meşgul ediyordu.

Karşılıklı iki masa da çalıştıkları Numan; pek etliye sütlüye karışmayan insanlarla da pek samimi olamayan yine de iyi niyetli bir adamdı. Dakik bir insan olmasına rağmen hala gelmemiş olması Şevket’in dikkatini çekti. Daha önce hiç geç geldiğine rastlamamıştı. Sonra masasının üzerinde duran çantasına ilişti gözü. Demek gelmişti, lavaboda ya da müdürün yanında olmalıydı. Kendisinden daha yetkili olduğu için müdürle daha çok irtibatı oluyordu.

Numan müdürün odasında hararetli bir konuşmanın içindeydi.

“Ben söyleyemem Müdür Bey, benden istemeyin bunu. Hem hiç mi oluru yok? Olanlardan Şevket Bey’in haberi dahi yoktur.”

“Şevket’i çıkarmak benim de içime sinmiyor ama elden ne gelir patronların kesin emri var. Konuşmayı bir dene sen. Benim toplantıya katılmam gerek. Eğer konuşamamış olursan öğleden sonra yanıma gönder.”

Şevket, olmadığı günlerin raporlarına dalmıştı ki Numan odaya girdi. Yüzü asık, canı sıkkın bir halde masasına geçti. Kravatını gevşetti, ısrarla Şevket’e bakmıyordu.

“Günaydın, Numan Bey. Halin iyi görünmüyor bir sıkıntın yok ya?” Numan çaresiz, Şevket’e döndü belli belirsiz dudaklarını kıpırdattı diyecekleri yutup:

“Günaydın Şevket Bey, geçmiş olsun daha iyi misin?”

“Çok şükür, atlattık. İşler de hep sana kaldı ama telafi edeceğim istersen izne de çıkabilirsin işlerini ben üstlenirim.”

“Sağ olasın.” dedi başka bir şey diyemedi. Bilgisayarına gömüldü tüm gün kafasını kaldırmadan çalıştı ya da çalışır gibi yaptı.

Şevket’in iştahı yoktu, yemeğe çıkmadı. Bir süre dinlenmek için koltuğuna yaslandı, çekmeceden kitabını çıkardı. Güzel bir şiir okumaya başladı, bir çay söyledi. Çaycı elinde tepsisiyle içeri girdi. Şevket’i rahatlık içinde görünce şaştı kaldı. Anlamsız bakışlarla çayı masaya bıraktı. Kitabından kafasını kaldıran Şevket de aynı anlamsız bakışlarla karşılık verdi.

‘Geçmiş olsun, Şevket Bey.”

“Sağ ol, Ziya.”

“Nasılsınız?”

“Çok iyiyim.”

Çaycı Şevket’in bir şeyden haberi olmadığını anlayınca bir ‘kolay gelsin’ savurup odadan çıktı.

Öğle arası bitmiş herkes işinin başına dönmüştü. Şevket, bir tuhaflık seziyor fakat düşünecek başka şeyleri olduğundan pek oralı olamıyordu neden sonra Numan’a döndü:

“Ya hu, Numan herkeste bir hal var senin de suratın beş karış, sabahtan beri neler oluyor?”

“Ben bir şey bilmiyorum Şevket!”

“Kızma canım, bir şey demedik.”

‘Bu arada müdür bey seni istemişti.”

“Adama bak, geçmiş olsun demek için ayağına çağırıyor.” Numan zoraki gülümsedi tekrar bilgisayarına gömüldü.

Müdürün odasına giderken saatine göz attı beşe daha iki saat vardı. Kapıyı tıklattı içeri girdi. Müdür güleç yüzlü babacan bir adamdı normalde ama suratını daha önce hiç böyle görmemişti. Gayet ciddi ve donuktu.

“Beni istemişsiniz Müdür Bey.”

“Gel, otur Şevket.”

Evet, sabahtan beri bir şeyler ters gidiyordu ve bu kendisiyle alakalıydı. Önce raporlarda bir hata filan yaptığını düşündü zaten başka bir ihtimali düşünmeye fırsat kalmadan müdür izahata başladı. Duydukları; yaşadığı bir tarihi tekerrür ettiriyordu.

Sessizliğe gömüldü bakışlarını müdürün aralıksız konuşan ağzından alıp önündeki masaya bıraktı. Giysilerin içinde gitgide küçüldüğünü hissetti sanki bedeni eriyor kıyafetleri öylece kalıyordu oturduğu koltukta.

“Kusura bakma Şevket, daha önce haber verecektik ama hastalandın. En azından iyileşmeni bekleyelim yüz yüze konuşalım dedik. Bir telefonla işten atılacak hatta işten atılacak adam değilsin sen ama elimden bir şey gelmiyor.”

“İşten çıkarmanıza bir şey diyemem haklısınız. Ama keşke telefonla kovsaydınız beni. Dün mesela saati hiç fark etmezdi, gecenin köründe bile arasanız olurdu yeter ki bu sabaha uyanmadan kovulduğumu bilseydim.”

Şevket helallik bile almadan müdürün şaşkın bakışları eşliğinde odadan çıktı. Masasına gelip kendisine ait olan dolma kalemi ceketinin iç cebine yerleştirdi, çekmeceyi açıp; daha birkaç saat önce şevkle okuduğu kitabı boş gözlerle süzdü, eline alıp nedensizce kapağını açmadan baştan sona sayfalarını çevirdi. Burnuna eskimiş saman kâğıdı kokusu geldi. Kitabını da koltuğun altına yerleştirip selamsız sabahsız ayrıldı iş yerinden.

Rıfat’ın yaptığı şaşırtmamıştı. Hayatın sürekli aynı şeyleri yaşatıyor olmasına şaşırıyordu. Rıfat’ın şirketi batmış, çalıştığı şirket de dahil olmak üzere bir çok yere borç takıp kayıplara karışmıştı, amcasının borcuna karşılık devede kulak kalsa da, yirmi günlük mesai ücretini de vermeden işine son verdiler.

Şevket, sırf Rıfat’ın yeğeni olduğu için işten atılıyor olmasını bir türlü sindiremiyordu. Yine de hiç hiddetlenmedi. Öyle içine gömüldü ki yağmaya başlayan yağmurda eriyip yerdeki çamur deryasına karışmak istedi. Hayattan sıvışıp gitmeyi çok istediğinden midir bilinmez, eriyen karın çamura dönüştüğü yolda yürüyen bir palto gibi görünüyordu.

Kendisine ait değilmiş gibi sallanan kolunu kaldırdı, saat tam beşi gösteriyordu. O, yeni yapılan kaloriferli, ithal parkeli binanın önünde duruyordu. Yürüyüp devam etti. Birkaç adım sonra ayakkabısının tabanı hayli düzleşmiş olacak bastığı mıcırda kaydı. Kendini dengede tutmaya zorlamadı biraz da istekli öylece yere kapaklandı. Düştüğü yerden rezil olmadan toparlanıp hızlıca kalkmak yerine boylu boyunca uzandı. İrfan ağabeyin yaptığı lüks bina tepe aşağı bakıyordu kendisine. Gökyüzüne çevirdi gözlerini, bulutlar kararmış bir türlü bırakmıyorlar tuttukları yağmuru ufaktan serpiştiriyorlar.

Yanı başında duran kitabı gördü, uzanıp almaya tenezzül bile etmedi.

Yavaş yavaş su çeken kitabın son kaldığı yerden ayrılması, eğip bükerek hunharca okunduğunu belli ediyordu.

“Okurken fazla katlıyorsun kitapları, eskitiyorsun be adam.” dedi “Yıpratıyorum belki. Öyle okumayı seviyorum. Hem bundan sana ne.” diye karşılık verdi kendi sesine.

“Bana. bana hiç…” dedi.

Hazır kaldığı yer açılmışken okumaya devam etti:

“Ah benim yaşama sevincim,

Dur seni gözlerinden öpeyim.

Funda TERZİ

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu