Çok Güzel Duygusal Bir Hikaye “HANIM NİNE”
Hasan EJDERHA
Hanım Nine, onca yaşına rağmen bıkmadan anlatırdı yaşadığı o cümle güzellikleri. Etrafına toplanınca soru üstüne soru sorardık da bıkmazdı bizim sorularımızı cevaplamaktan. Bazen de hiçbir soru sormadan anlatmaya başlardı. Ama konuşmaya başlamasının kesinlikle bir bağlamı olurdu.
“İyi bir hattattı babam… Çok güzel ebrular da yapardı.” Diye başlamıştı söze. “Ayrıca cilt ve tespih sanatında da ünlenmişti; ünü İstanbul’un ta dışına taşmış, her milletten müdavimleri vardı. Meraklıların biri gelir biri giderdi; onca paşa, paşa oğulları ve nice hatırlı zatlar…
‘Cilt ve tespihin de sanatı mı olurmuş!’ diye düşünüyorsunuz değil mi? Olmaz mı? Fevkalâde bir sanat cilt ve tespih…
Hat ve ebru ise bambaşka bir sanat…
Onlar, tatlı bir hüzün, bir sızı. Alına, gönle yazılmış bir yazı. Sanat âleminde, bir babanın tek kızı. Başlı başına bir âlem, bir hayat tarzı. Varlığınızı, alıp götürür, var eder yokluğunuzu. Ebru teknesini doldurduğunuzu hatırlarsınız, renklerde zamanı unutarak. Zamanın içinde kaybolursunuz, diviti tutarak. Bir “vav” ile birlikte, siz de ruhunuzun kıyısına kuruluverirsiniz. Bir de bakmışsınız ki ruhunuzun derinliklerine yelken açmışsınız. O tatlı hüzün ve sızı dosttur, dosttur sızınız. Ve hüznünüz teknede renk olur, kamışta ağıt; kâğıt kadar, kamış kadar soylu bir ağıt… Divit sultandır, kılavuzdur, yoldur… Hat ile ebru anlatılamaz bir şey. Rahmetli babacığımın dünyasını bilmem ama ona çıraklık ettiğim anları, o anlarda tattığım hazları, kelimelere döküp anlatmaktan acizim sizlere. Nasıl anlatılabilir ki? İstanbul gibi, yar gibi bir şey bu ikisi de asla anlatılamaz. Yaşanır belki…”
Hanım Nine böyleydi işte. Her etrafına toplanmamızda, asla aklımıza bile getiremeyeceğimiz konularda sohbete başlardı. Ama bu defa, benim elimdeki tespih veya torunlarından birinin başında gördüğü ebru desenli örtüden açılmıştı herhalde söz.
Tespihi görür görmez bir süre tespihe, sonra da uzaklara, ta uzaklara bakıyormuş gibi dalıp, söze başlamıştı. Torunu Gül’ün başındaki ebru desenli örtüye bakınca da dalıp gitmiş miydi bilmiyorum. Her uzaklara bakıyormuş gibi yapıp, boşluğa bakışında, gerilere, ta gerilere gittiğini bilirdik.
Bir an sessizlik olmuştu. Açık pencereden hafif esen rüzgâr bile durmuştu sanki. Ara ara gelen gemi sirenleri bile birkaç dakikadır gelmez olmuştu. Bizimle birlikte İstanbul da durmuş, Hanım Nine’yi dinliyormuş gibi gelmişti bana. Belki de o kısa sessizlikte, Hanım Nine İstanbul’u dinliyordu.
Etrafında bulunan bizler torunları olduğumuz halde, arkaya doğru kayan başörtüsünü, odada yabancı varmış gibi, düzeltivermişti. Hâlâ el hareketleri çabuktu. Oysa yaşı yüzü geçeli çok olmuştu. Onca yaşına rağmen, her şartta bir İstanbul hanımefendisiydi; edası, sohbeti, konuşurken, kurduğu cümleleri, cümleleri oluşturan kelimeleri seçişi ile bir hanımefendiydi. Güngörmüş Müslüman bir hanımefendi. Hafızasında ve dilinde zerre kadar bir tekleme yoktu. Koltuğunda oturuşu, ellerini, ayaklarını, vücuduna uygun ve asil bir şekilde koyuşu, her hali çok farklıydı. Yaşına rağmen dimdik otururdu. Ellerini vücuduna hangi paralelde tutar, ayaklarını nasıl yerleştirir, bir tarifi yoktu aslında ama oturuşu bambaşkaydı. Hepimizin, herkesin dikkatini çekerdi o asil duruşu. Özellikle hanım torunları ve torun çocukları bayılırlardı ona. Yüz küsur yaşına rağmen, O hâlâ bir kadındı; edalı, nazlı, vakarlı bir kadın, güngörmüş bir hanımefendiydi.
Her zaman bakımlıydı.
Bir kere yüzü güzeldi.
Edası güzeldi.
Nazı güzeldi.
Yüzünün, kendisine çok yakışan çizgileri güzeldi.
Kıyafeti güzeldi.
Sohbeti, sohbet anındaki vakarı güzeldi ve tam bir Müslüman Türk ninesi numunesiydi.
Her zaman bakımına dikkat etmiş bir kadındı. Kendisinin özel hazırladığı sabunları, kremleri kullanırdı sadece. Başörtüsünde, her zaman farklı bir Türkmen kiliminin motifi bulunan şallarında, elbiselerinde, ellerinde ve yüzünde sürekli aynı güzel ve doğal kokuyu duyardınız. Ailenin bütün genç kızları, kadınları ve gelinleri onun gibi olmak, onun gibi kokmak ve onun gibi konuşmak isterlerdi. Rahatsız olduğu zamanlarında bile vakarlı, asil ve güzeldi her zaman.
Pembeye çalan yanaklarını, sevimli bir çocuğun yanakları gibi sıkmak, dokunmak, sevmek isterdiniz. Ama bunu yapabilen, sadece birkaç hanım torunu vardı. Onlar da dayanamadıkları zamanlarda, yarı arsızlık edip saldırırlardı. Çünkü bu tam bir saldırı olurdu. Kaşla göz arasında Hanım Nine’nin yanaklarına dokunuverirler, arkasından yanağına öpücüklerini kondururlardı. Bunlar oluverdikten sonra ise: “Hadi ilişme bakalım!” uyarısı ile çekilirlerdi. Ama birkaç kişinin gösterebildiği bu cesarete herkes imrenirdi.
Ailenin bütün çocukları ona “Hanım Nine” diye hitap ederlerdi. Ona “Hanım Nine” diyenlerden, kiminin anneannesi, kiminin babaannesi, kiminin ise babasının veya annesinin anneannesi ya da babaannesiydi. Etrafındaki insanlar biraz kalabalıklaşınca, kim torunu, kim torununun torunu bilemezdiniz. Çoğu zaman torunları bile karıştırırdı bunu. Ona hitap ederken, “Nine” ifadesinin başına “hanım” konulması bile onun asil duruşundan, hanımlığından kaynaklanıyordu.
Yapamazdınız. Ona sadece “Nine” demek şık olmazmış gibi gelirdi insana. Ona hitap ederken, sadece “nine” demeyi kendinize yakıştıramazdınız.
Ziyaretine gelen yabancılar da ona “Hanım Nine!” diye hitap ederlerdi.
Ona “Hanım Nine” diyen bazı torunları vardı ki, bu diyalogdan oldukça komik ve sempatik görüntüler ortaya çıkıyordu. Meselâ ona “Hanım Nine” diye hitap edenlerin arasında yetmiş– seksen yaşlarında nineler ve dedeler de vardı. Kendi ninesi, Hanım Nine’ye “nine” diye hitap eden çocukların şaşkın bakışları görmeye değerdi doğrusu.
Hanım Nine gerçek bir hanımdı ve daha ötesi; medeni ve asil bir Müslüman Türk hanımefendisiydi.
Salonun kadife perdesinin arasından sızarak, üzerine gelen güneşin, geldiği yere doğru sadece bakması yetmişti. Hemen torunlarının torunlarından birisi, bu bakışı emir telâkki ederek, gidip perdeyi kapatıyordu. Emir kipi kullanmadan, hatta cümle kurmadan verdiği emri yerine getireni, gözlerini kısarak gönderdiği, sıcak ve şefkat dolu tebessümle ödüllendiriveriyordu. Ve bu ödülü, ödülü veren ve alan, hem de hâzirûn yaşıyordu. Alkışlanmıyor, görünürde bir seremoni olmuyor, ama seremonilerin en soylusu, en tatlısı, kaşla göz arasında yaşanıveriyordu.
“Eveeet!” sesi duyulur duyulmaz salondakiler Hanım Nine’ye dikkat kesiliyorlardı tekrar.
“Babam hattat ve ebru ustasıydı.” diye devam ediyor kendi isteğiyle başladığı konuşmasına. Lafın neresinden isterse orasından giriyor, hangi konuda konuşmak isterse kendisi seçiyordu başlığı, çoğu zaman başlık bile seçmeden. Söz tahtına oturmuş sultanlar gibi, sözün sultanı gibi… Gerçekten salonda söz, tahtından söyleniyordu.
“Rahmetli babamın esas mesleği hat, ebru ve tespih değildi elbette.” diye, tekrar bir giriş yaptıktan sonra, gözlerimizdeki hayret ve şaşkınlığı okumak istermiş gibi bir süre gözlerimize bakıyordu.
“Babacığım, tababetin mektebini okuyanlarda ilkti. Belki o yıllarda, İstanbul’da bile sayılı kişilerdendi. “Darülfünun– u Osmanî Tıp Fakültesi Eczacı Mektebi”nin açılmasından önce, Sivil Tıp Okulu’na bağlı olarak açılan sivil Eczacı sınıfında okumuş. Zaten ondan önce de sadece Askeri Tıp Okulu’na bağlı olarak eczacı yetiştiriliyormuş. O zamanlarda eczacılık ve hekimlik birbirinden çok da ayrı meslekler değildi. Meslek olarak ayrılması ise daha o yıllardan biraz önceydi. O zamanların eczanelerinin arka bölmelerini görseniz aktar dükkânları ile karıştırırdınız. Şimdiki gibi ilaçlar hazır gelmiyordu o sıralar; bizzat rahmetli kendisi yapıyordu.”
“Divan Yolu’ndaki o dükkânını hiç değiştirmedi. Yıllardır orada çalıştı. Eczanesinin alt katı komple laboratuvardı. İlaçların terkibini orada yapar, evvela orada murakabe ederdi. Sonraları ise, o laboratuvar yavaş yavaş bir sanat evine dönüştü. Şimdiki söyleyişle sanat akademisi demek daha doğru olur belki. Resmen değildi ama tam bir sanat akademisiydi; her yönüyle bir akademi. Söylediğim gibi hat, ebru, tespih, musiki…
Musikiyi söylemedim değil mi. Tabii ya! Ah ne meşkler olurdu orada… Kimler gelip, kimler geçti. Ne ünlüler orada musiki öğrenip, ilk ircasını orada yaptılar bilseniz… Sonra, çok güzel fikrî sohbetler de yapılırdı. Bir süre sonra öyle bir hâl aldı ki orası; İstanbul’a gelen her yazar, şair, fikir ve gönül adamı, oraya uğramadan, orayı teneffüs etmeden ayrılmaz olmuştu.”
— Ne müthiş bir yermiş orası Hanım Nine. Emin dedemiz hiç eczaneyle ilgilenemiyormuş anlaşılan. Peki, eczaneyi kim idare ediyordu? Diye soruyor torunlardan birisi.
“Eczaneyi… Evet eczaneyi… “Susmuştu bir süre. Pembe yüzü daha da pembeleşmişti. Yüzünde güceniklik, hasret, kırgınlık, küskünlük, ne ararsan o vardı. Bütün duyguların belirtileri yüzüne doğru yürümüş de resmigeçit yapıyordu sanki.
“Bahri Efendi… Bahri Efendi idare ediyordu eczaneyi.” diye söze devam ediyordu. Ama bir şeylerin gelip çarptığı, o çarpmanın tesiriyle de insicamının bir miktar sarsıldığı anlaşılıyordu. Dalgınlığı hâlâ sürüyor, o halde devam ediyordu konuşmasına:
“Çok iyi yetişmişti Bahri Efendi babamın yanında. Hemen her konuda, hangi hastalığın şifasına en iyi gelecek ilaçlar, hangi terkiplerle yapılır, bilirdi.”
Yine susuyor, alıyor gözleri. Seyrelmiş, zayıf kirpiklerinin ıslandığı gözlerden kaçmıyordu. Bu hikâyenin yazıcısı yıllar sonra öğreniyor, Bahri Efendi ile birbirlerine sevdalı olduklarını. Ve yazıcı, eğer kalemi bu yükü çekerse hikâyenin ilerleyen bölümlerinde, aile büyüklerinin anlattıklarından ve onun Hatıra Defteri’nin satır aralarından, bu sevdayı da anlatmaya karar veriyor. Anlatmak dedikse, birkaç satır belki… O sevda ile ilgili birkaç alıntı… Yoksa nasıl anlatılabilir ki öyle bir sevda?
Bahri Efendi’nin adı geçince o koca çınar, nasıl da sallanmıştı…
Şaşırmamıştık.
Kimin şaşırmaya hakkı olabilirdi ki?
Orada bulunanlar kıyısından bucağından az çok bilirdi Bahri Efendi ile Hanım Nine’nin hikâyesini. Hatta bize göre, yani biz torunlarına göre, buna sevda hikâyesi demek bile kifayetsiz kalırdı. Zira büyüklerimizden bu hikâyeyi ilk duyduğumuzda bu hikâyeden onların nasıl etkilendiklerini hesaba kattığımızda… Hanım Nine ve Bahri Efendi efsanesi mi demeliydik acaba?
Aile büyüklerinin anlattıklarına göre Bahri Efendi o yıllarda otuz yaşlarında olmasına rağmen gür ve kısa sakalına hafif kırlar düşmüş; uzunca saçlı, orta boylu, yakışıklı bir adammış.
Hanım Nine, babasının eczanesine ilk geldiği zamanlarda, Bahri Efendi’yle aralarında eczaneyi yönetmekle ilgili, baş kalfalık sorunu çıkmış ama mesele hemen çözülmüş. Eczacı Emin Bey, Hanım Nine’yi ve Bahri Efendi’yi çağırarak, net bir şekilde söylemiş, Bahri Efendi’nin kendisinin vekili olduğunu. Eczanede kendisini kızı Leyla (Hanım Nine)’nin değil, Bahri Efendi’nin temsil edeceğini.
Bu durum ilk zamanlarda, aralarında müthiş bir sürtüşmeyi başlatmış. Onları görenler, birbirine düşmanca davrandıklarını düşünür olmuşlar. Fakat Bahri Efendi’nin Medrese tahsili almış, münevver tavrı, Hanım Nine’nin o yıllardaki hoppa genç kız tavrını kısa zamanda bertaraf etmiş.
Yine derler ki: “Bir süre sonra Hanım Nine, Bahri Efendi’nin sabrı ve hocalığı karşısında, hocasına hayran talebelere dönmüş.“ İşte tam o yıllarda, herkesin gözünden kaçmayan, o meşhur sevda başlamış aralarında.
“Rahmetli babamın eczanesinde yapılanların hepsinden daha önemlisi, oraya sırlı zatların gelip gitmesiydi ki o sırlı zatların çoğunu babam ve yakın birkaç arkadaşından başka kimseler bilmezdi. Bir de Deli Mümin bilirdi. Mümin Trakya taraflarından geldiğini duyduğum bir deliydi. Sonraları ise rahmetli babam Mümin’in sırrını, kimin torunu olduğunu ve büyük dedesinin, şaşkınlık içinde dinlediğim hikâyesini anlatmıştı.“ Herkes onu Deli Mümin olarak bilirdi. Ama biz ona hiç Deli Mümin demezdik, diyemezdik. Zira o deli değildi. Aslında o da sırlı bir zattı. Divan Yolu’nun, bizim eczane tarafında, bir öte bir beri gece gündüz dolaşan Mümin, o sırlı zatlardan birisi geldi mi, hemencecik babamın yanını bulurdu. Caddede bir öte bir beri giderken, dilinden düşürmediği bir şey vardı:
‘Cümleten şehiittt oldular!’
Sürekli böyle söylerdi. ‘Cümleten şehit oldular!’ derken şehit kelimesinin ‘i’ ve ‘t’ sini uzatırdı. Daha önceden onu tanıyanlar, onun: “Cümleten şehit oldular!” diyerek dolaşmasına aldırış etmezlerdi. Onun ağlamaklı bir şekilde, her birkaç dakikada bir “Cümleten şehit oldular!” deyişini, daha doğrusu bu feryadını bilirlerdi. Yanından ilk defa geçenler ise “Ne! Ne oldu?” diye, sormadan geçemezlerdi. Çünkü öyle bir söylerdi ki Mümin “Cümleten şehiiiitt oldular!” derken, kimlerden bahsediyorsa, o anda şehit olmuşlar sanırdınız. Yanında hayretler içinde duraklayanlar, Mümin’i, gözleriyle iyice bir süzdükten sonra “Deliymiş zavallı!” diyerek ayrılırlardı. Mümin ise: “Cümleten şehiittt oldular!” diye feryat ederek yürüyüşüne devam ederdi.
Çok temiz giyinirdi. Halk, Divan Yolu’nun delilerinden sayardı Mümin’i. Ancak diğer deliler gibi kirli, üstü başı yırtık, yamalı, değildi.”
“Sadece ezanlar okunurken dururdu Mümin. Dururdu ki o ne duruş! Durur muydu? Vücudundan havalanan ruhu, vücudunu orada bırakır gider miydi gerçekten görülmeye değerdi. Müezzinler ezana başlar başlamaz Mümin olduğu yerde durur ve Müezzin ‘Allahü ekber! Allahü ekber!’ dediği an, yüzünü gökyüzüne çevirirdi. Makamına göre uzatılarak söylenen ikinci ‘Allahü ekber’ ile birlikte yüzünü tekrar eğer ve yavaşça, ezanın namesine uygun bir şekilde tekrar göğe çevirirdi. Yüzü ile orkestrayı yöneten şef gibiydi. Bu hali sabah ezanında bir başka olurmuş. Olurmuş diyorum, zira ben hiç görmedim sabah ezanındaki halini. Ama dillere destan olmuştu Mümin’in o hali. Sabâ makamını çok severdi. Hele müezzinin, sabah ezanının sonunda “Esselât– u hayrun minen nevm”i okuduğu anlarda, Mümin’in tam olarak göçtüğünü söylerlerdi.”
“Dükkânın müdavimleri, sırlı zatlar da çok severlerdi Mümin’i. Eczacılık Mektebini bitirip, eczanede çalışmaya başladığım zamanlarda görmüştüm o sırlı zatlarla sohbet ederken Mümin’in nasıl bir zat olduğunu; deli olmadığını, o sırlı zatlar gibi, sırlı bir zat olduğunu ya da babamla birlikte, o sırlı zatların da Mümin’in de deli olduklarını. Onlarla birlikte benim de Bahri Efendi’nin de bir miktar deli olduğumuzu.”
“Eczanenin alt katı, eczanenin kapalı olduğu sair zamanlarda da açık olurdu. Gerçi bu vesile ile eczane de kapanmamış olurdu böylece. Eczanenin alt katı dedimse bodrum kat anlamayasınız sakın. Eczane caddenin üzerindeydi ama alt katın kapıları ve pencereleri çok güzel bir bahçeye açılırdı. Orada babam ile Mümin, çeşit çeşit çiçekler yetiştirirlerdi. Hele kırmızı gülleri çok meşhurdu o bahçenin. Kirazından kayısısına, her tür meyvelerin olduğu genişçe bir bahçeydi. Daha çok da Mümin ilgilenirdi bahçeyle. Zira yazları bahçedeki çardakta, kış günlerinde ise içerideki bir odada barınırdı. Sürekli caddede dolaşan Mümin, nasıl olurdu da o güzelim çiçekleri yetiştirebilirdi. O çiçeklerin bakımını hangi zamanlarda nasıl yapardı hiç bilemezdik. Ara sıra babamın envai çeşit çiçek tohumları getirip Mümin’e verdiği olurdu o kadar.
Babamın çiçek tohumlarını getirttiği zamanlarda Mümin’in hâli görülmeye değerdi doğrusu. Sevinçten kaşı gözü bir yana giderdi. Ama çiçek tohumlarını alır almaz bahçeye koşacağı yerde, tohumları koynuna sokup, yeniden caddeye çıkar ve bir öte bir beri yürümeye devam ederdi. Elbette her zaman olduğu gibi ‘Cümleten şehiittt oldular!’ sözlerini söyleyerek.”
Hanım Nine konuşurken, bu defasında yazıcı bir sürü “acaba”ların arkasına takılarak, dalıp gidiyordu:
“Acaba Mümin, Divan Yolu üzerindeki türbelerde yatan padişahlara, kadın efendilere, sultanlara ve nice fikir ve gönül adamlarına yoldaşlık mı ediyordu?
Acaba onlar mı Mümin’e yoldaşlık ediyorlardı?
Acaba Mümin, Divan Yolu’ndan geçen Sürre Alayı, Esnaf Alayı, Hamidiye Alayı, Süvari Alayı, Kılıç Alayı ve Bayram Alaylarını bugün de görüyor muydu?
Sürre Alayı’nı izlerken neler hissediyordu acaba?
Sürre Alayı’na karışarak, Kâbe’ye gidip, hacı olup geliyordu da Mümin’in hac da olduğu zamanlarda, Divan Yolu sakinleri, onu orada “Cümleten şehit oldular” diyerek dolaşır vaziyette mi görüyorlardı acaba?
II. Mahmut’un türbesine bakıp ne düşünüyordu acaba.
Savaş dışında, kendi ordusunu çembere almanın, kendi elleri ile ordusunu kırmanın acısını yaşarken II. Mahmut ve Mümin de aynı acıyı mı yaşıyordu acaba?
Acaba Mümin çemberin içinde mi, dışında mıydı?
Yoksa Mümin başlı başına bir “acaba” mıydı?
Alemdar vakası, Nizamı Cedid’in kurulması, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasını günü gününe yaşamış mıydı acaba?
31 Mart İsyanı’na bugün, o günkü gibi tanıklık mı ediyordu acaba?
Hangi acaba Mümin’i, İstanbul’u ve Anadolu’yu anlatabilirdi acaba.”
“Sırlı zatlar geldiğinde, sırlı sohbetler edilirdi. Alt katta bulunan mutfağımızdan ilk çay ve kahvelerini ben verirdim. O zatlar, şefkatli bakışlarla hatırımı sorarlardı sırayla. Ellerini öptükten sonra çekilirdim. Zira babam, “Çekilebilirsin kızım. Sen işine bak. Bundan sonra biz çayımızı kahvemizi kendimiz alırız” derdi ve ben eczaneye geçerdim.”
“O zatlardan birisi, şifalı bitkilerle de ilgilenen bir zattı. Çok ender olarak eczaneye çıkar ve bana yeni ilaçlarla ve terkipleri ile ilgili sorular sorardı. Doyamazdım o birkaç dakikalık sohbete. O zat, bana soru sormaya, ilaçlarla ilgili yeni şeyler öğrenmeye gelirdi sözde ama çabucak gidişinden sonra bile, bir sürü şey öğrenmiş olurdum ondan. Daha bir yığın soru ise soramadan boğazımda kalırdı. Müsaade ettiği kadar bilgi alabiliyordum. Belki de o; taşıyabileceğim, hazmedebileceğim kadar bilgi veriyordu. Her ayrılışında da hastaların ilacını verirken besmelesiz kullanmamaları tavsiyesini unutmamamı, ihmal etmememi tembihliyordu. Arkasından da ekliyordu: ‘İlaç tedavinin yarısı bile değildir kızım’ diye.”
“O sırlı zatlar İstanbul’un neresinde oturuyorlardı bilmiyordum. Sırlarını da bilmiyordum doğrusu. Ayrıca onların hangi semtte, hangi mahallede oturduklarını, o kadar çok merak ediyordum ki onlara kimler gelip gidiyor? Hangi sırlı sohbetler ediliyor? Hepsini, hepsini merak ediyordum. Kim bilir hangi semti, hangi mahalleyi ihya ediyorlardı varlıklarıyla. Zaten İstanbul onlar, onlar da İstanbul demek değil mi? Diye bir soruyu kendi kendime sorup ‘evet’ diye, yine kendim cevaplandırdıktan sonra, sırlı zatları tek başlarına merak etmekten vazgeçip; cümleten İstanbul’a, İstanbul’un sırrına dalıyordum içinden çıkamayacağımı, bu büyük sırra akıl erdiremeyeceğimi bile bile. ““Haftada iki gün; birisi cuma günü olmak üzere babam da kaybolur, bir yerlere giderdi. Ben ‘Babam sırlı zatlara karıştı’ derdim içimden. Çok merek ederdim babamın nerelere gittiğini, kimlerle buluştuğunu, neler yaptığını, hangi sohbetlere karıştığını.”
“Cuma’yı sürekli aynı camide kılmazdı. Selâtin camilerinde sırayla kılardı. Bunu Bahri Efendi’den duymuştum. Ama hangi cuma birisi gelip de babamı sorsa, Bahri Efendi ‘Fatih Cami’nde’ diye, cevap verirdi. Bilmezdim ki babam sırlı zatlara değil de İstanbul’a karışmıştı. Tarihiyle, camileriyle, türbeleriyle ve sırlı zatlarıyla en büyük sır İstanbul’du. Bunu tam olarak öğrendiğimde ise kendimi bu koltukta oturur buldum. Öğrendiklerimle İstanbul’un sırrına vâkıf olunur mu onu da bilmiyorum.”
“Babamın, yine sırlı zatlara karıştığı bir gündü. Bir kış günü ama nasıl bir kış, haliç donmuştu. Bir de fırtına ki her şey cam kırığı… Soğuk cam kırığı gibi kesiyordu. Ölü kuşlar kahretmişti beni o yıl. Sokakta adım başı ölü kuşlara rastlıyorduk. Soğuktan kuşlar yere dökülmüşlerdi ve her kuş ölüsü bir bebek cesedi gibi canımı yakıyordu. Babam ertesi gün de gelememişti de başına bir şey mi geldi diye kaygıdan ölmüştük.”
“Temizlik işlerine bakan bacı, ben ve Bahri Efendi mahsur kalmıştık eczanede o akşam. Mahsur kaldık dedimse alt katta çok güzel bir mutfağımız vardı ve hiçbir şey eksik olmazdı. Zira Mümin’in çok ender yemek yemesine rağmen orada barınıyordu. Fakat o gün Mümin de yoktu. – Söylemeyi unuttum. Babamın kaybolduğu, yani sırlı zatlara karıştığı zamanlarda Mümin de kaybolurdu.– Birlikte çıkmazlardı lakin o gün babam yoksa Mümin de yok demekti.”
“Bahri Efendi tamburu ile çok güzel eserler icra ederdi. Ney de üflerdi ama daha çok tamburu ile bilirim Bahri Efendi’nin musikişinaslığını. Ezberinde binlerce eser olduğu da söylenirdi. İşte o gün, çok güzel eserler icra etti Bahri Efendi. “Leyla bir özge candır, kara gözlü ceylandır” şarkısını okumakla bana iltifatlar etmişti. İltifat diyorum; zira onun icra ettiği eserler arasında bu şarkı ve benzeri şarkılar olmazdı. Benim için okumuştu. Eczanede hizmetimize bakan bacı bize yemekler yaptı o akşam.
Hatta gece yarısı bir yemek daha yapmıştı.”
“O günden sonra, babamın kaybolduğu günlerde Bahri Efendi alt kata inip, tambur çalmaya başlamıştı. Benim çok sevdiğimi bildiği için de ‘Leyle bir özge candır, kara gözlü ceylandır’ şarkısı ile ‘Her mevsim içimden gelir geçersin’ şarkısını hep icra eyledi.”
“Bilirdi ki ben yukarıda dinliyordum. ““Bazı zamanlar yanına iner, sessiz sedasız bir yerlere ilişir onu dinlerdim. Yanına geldiğim zaman bana tebessüm ettikten sonra, bir daha başını kaldırmadan, gözleri bir noktada icrasına devam ederdi. Bazen de “Leyla bir özge candır, kara gözlü ceylandır” şarkısını icra ettikten sonra takılırdı bana: ‘Ne buluyorsun bu şarkıda? Bilesin ki bu şarkılar, bu günlerde meyhanelerde çalıp söyleniyor’ derdi. Aslında o bunları söylerken musikimizin bozulmasıyla ilgili kahrını da dile getirmek isterdi. Şarkıları dinleyip de yanından ayrıldığımda, ayrılışımı fark etmediğini bile düşündüğüm olurdu bazı zamanlar. Oysa yanına geldiğimde gözlerinin içindeki gülücükleri fark ederdim.”
“O sıralar, eczaneyle tam olarak ilgisini kesmişti babacığım. Tamamen Bahri Efendi ile biz idare ediyorduk eczaneyi. Bir sabah eczaneye geldiğimizde, Mümin’i bir yaralı kadını tedavi eder bulduk. Sabaha karşı birkaç uğursuz, sarhoş adamın, çok fena dövdükleri ve yaraladıkları kadıncağızı caddenin karşısına atarak sırra kadem basmışlar. Mümin arkalarından koşmuş ama yakalayamamış. Yakalasa şeksiz şüphesiz, o birkaç adamı tek başına mahvetmesi muhtemeldi. O yıllarda, kırkını geçmiş olmasına rağmen, pek güçlü kuvvetliydi.
Ayrıca sırlı bir gücü vardı.
Ne yapsın Mümin? Almış zavallı kadıncağızı eczaneye getirmiş. Yaralarını tımar etmiş, karnını doyurup yatırmıştı sabah biz geldiğimizde. Bahri Efendi hayran kalmıştı, Mümin’in kadıncağızın yaralarına yaptığı tedaviye. Eczaneden alıp kullandığı ilaçlardan sargılara kadar usta bir şifacı işi olduğunu söylemişti. Rahmetli babamda pek beğenmişti, Mümin’in yaptığı bu tedaviyi. ““Kadıncağız iki gün eczanenin alt katındaki odada yattı ve babam eczanedeki bacıyı kadının refakatine verdi. O iki gün içinde Mümin eczanenin alt katındaki odasına hiç gelmedi. Yaralı kadın ve bacı birlikte kaldılar. Rahmetli babam kadıncağız ile konuşup, durumu ile ilgili dışarıda kısa bir araştırma yaptırdıktan sonra, kadıncağızın gerçek durumunu öğrenmişti. Zavallı kadın, meğerse çevrede namlı bir kadının işret evinde kalıyormuş. Sonradan öğrendiğimize göre babam götürüp anneme teslim etmek istemiş kadını. ‘Kimin kimsen yoksa bizim kızımız ol!’ demiş ama kadın, nedendir bilinmez, kabul etmeyip gitmişti. Fakat kadının gidişi hoş bir şeye neden olmuştu. Hepimizi, Mümin’i tanıyan
herkesi sevindiren bir gelişme olmuştu.”
“İşte o günden sonra Mümin’in her birkaç dakikada bir söyleyerek dolaştığı “Cümleten şehiitt oldular!” sözü bazı zamanlarda söylenmez olmuştu. Ben hiç rastlamadım ama görenlerden duymuştum; Bahri Efendi birkaç kere rastlamış o da söylemişti. Mümin, boğazda, deniz kıyısında bir yerlerde o kadıncağızla buluşur olmuş. Söylenildiğine göre, her birkaç dakikada bir “Cümleten şehiitt oldular!” diyerek dolaşan Mümin, o kadıncağızla otururken sessiz sedasız denize bakar olmuş. Çok gülmüştük ama çok da acımıştım ben. Meğer Mümin kadına, kadın da Mümin’e sevdalanmıştı.
İlk başlarda haftada bir olan bu buluşma, haftada iki kereye, daha sonrada üçe dörde çıkmıştı. Sırlı zatların geldiği zamanlardan birindeydi. Kahvelerini verirken, konunun, bu kadıncağız ile Mümin’i evlendirmek olduğunu sezdiğimde hayretler içinde kalmıştım da nerdeyse kahve tepsisi elimden düşecekti. Mümin’e yan gözle baktığımda ise teslimiyetle, sessiz sedasız oturuşuna daha çok şaşırmıştım.”
“Mümin’in ‘Takkeci İbrahim Ağa (İki Hetif Üzüm) Camii bânîsi Takkeci İbrahim Ağa’nın soyundan olduğunu, o günlerde öğrenmiştik rahmetli babacığımın tanıdığı bildiği İstanbul’un yerlisi bir zatmış Mümin’in babası. Takkeci İbrahim Ağa’nın oğullarından Halil Çavuş soyundan Takkeci İbrahim Ağa Vakfı’nın son mütevellisindenmiş”
“Babamdan dinlemiştim. Mümin’in büyük büyük dedesi Takkeci İbrahim Ağa takke yapıp satan ekmeğini ancak kazanan bir adamcağızmış. Lakin bir cami yaptırmak için hep yanıp tutuşurmuş. Bunu bilen dostları, yüzüne olmasa da ‘Allah’ın garibi ekmeğini zor kazanıyor bir de cami yaptırma arzusu ile yanıp tutuşuyor. Cami yaptırmak kim sen kim?’ diye söylemeden edemezlermiş. Mümin’in büyük büyük dedesi çok garip bir adammış kendisi gibi.”
Rüyasında:
“Bağdat’a git! İki hurma ağacına sarılmış asmanın alt dallarındaki iki hetif üzüm kısmetindir ye” deniliyormuş.
“İlk zamanlarda bu rüyayı gördüğü sabahlarda sadece tebessüm etmiş Takkeci İbrahim Ağa. Sonra, aynı rüyayı sık sık görmeye başlamış. Daha sonraları ise haftada üç kere görmeye başlamış aynı rüyayı. ““Hayretler içinde kalıyormuş. Köyü ve asmaların sarıldığı hurma ağaçlarını o kadar net görüyormuş ki sanki oralarda yıllardır yaşamış gibi hissediyormuş. Hiç görmediği Bağdat’ı, Bağdat’ın bu köyünü, orada doğup büyümüş gibi bilir olmuş rüyanın tesiriyle. Gözlerini kapatır kapatmaz karşısına geliyormuş hurma ağaçları ve hurmalara sarılmış asma; asmanın sararmış yapraklarını bile karşısındaymış gibi görebiliyor, hatırlayabiliyormuş. Hele o iki hetif üzüm… O ne berrak iki hetif üzümmüş öyle! Sanki üzüm hetifleri değil de iki kıymetli mücevher; zümrüt gibi, yakut gibi, zebercet gibi bir şeymiş de pırıl pırıl kendisini çağırıyormuş. Kendisine bile itiraf edemiyorsa da sanki orayı memleketi gibi özlediği bile oluyormuş. İçinde ne zaman rüyasında gördüğü buraya dair bir özlem duysa, kendi kendine gülmeden edemiyormuş. ‘Hadi oradan İbrahim! Ne özlemesi. Allah akıllar versin sana! Görmediğin bilmediğin bir yer için olacak şey mi canım!”
“Ne etsin adamcağız bir süre sonra yapamamış, daha fazla dayanamayıp yola çıkmış. Kıpır kıpırmış içi. Hem hiç görmediği hem de yüzünü bildiği ama yıllardır özlediği bir sevgiliye gidiyor gibi heyecanlıymış. Bağdat’a giden bir kervana katıldığında tereddütlerle dolu karışık duygular içindeymiş. Yola çıkarken, yolculuğun tadını çıkarmayı, keyifli bir yolculuk geçirmeye niyetlenmiş ama pek de hesapladığı gibi geçmemiş yolculuğu. İstanbul’dan kervan hareket ettiği andan itibaren hep kendi kendisi ile kavga edip durmuş. Yolda olduğu halde hiç anlam veremiyormuş yolculuğuna. Kısmeti olan iki hetif üzümü yemeye gittiğine inanamıyormuş bir türlü. Bunu yapan başka biri olsa, onu ne kadar kınayacağını, yüzüne karşı kahkahalarla nasıl da güleceğini düşünüyormuş.
Kervan hareket edeli birkaç günü geçtikten sonra artık yapacak bir şey kalmadığına ikna olmuş, kendi kendisi ile kavga etmekten de vazgeçmiş. “Artık olan oldu” deyip rahatlamaya karar vermiş. Kervan çok hoşuna giden yerlerden geçmiş. Bazen geniş arazilerden, kır tepelerden, bazen de birkaç toprak damdan ibaret köyleri mezraları gözleye gözleye devam etmiş yolculuğuna. Kervan bir yerlerde konaklayıp da başını yere koyar koymaz hemencecik uyuyormuş yol yorgunluğu ile… Uyur uyumaz yine aynı rüyayı görmüş: Hurmalar… Hurmalara sarılmış asma ve hemen yerden görünen ışıl ışıl ışıldayan iki hetif üzüm…”
“Takkeci İbrahim Ağa’nın oğullarından Halil Çavuş soyundan torunu olan bir zattan dinlediği bu hikâye, rahmetli babamı öyle etkilemiş olacak ki bize en ince ayrıntısına kadar anlatırken heyecanlanırdı. Bak şimdi ben bile heyecanlandım. Ama en çok da Mümin’in bu hikâyenin kahramanı, Takkeci İbrahim Ağa’nın torunu olduğunu öğrenince heyecanlanmıştım. Zira Takkeci İbrahim Ağa’nın garip hali ile Mümin’in garip hali birbirine çok benzerdi.”
“Bağdat’a kadar gidip bulmuş o rüyasına giren asmanın olduğu köyü ve asmayı. Tıpkı rüyasında gördüğü gibi iki hetif üzüm kendisini bekliyormuş asmanın dalları arasında. İki hetif üzümü koparıp yere iner inmez, köyden asmanın olduğu yere doğru gelenler olduğunu fark etmiş. Bir an ürkmüş gelen insanlardan. Ne diyeceğini düşünmüş. Meramını nasıl anlatacağı hususunda kaygılanmış. Sorgusuz sualsiz bir hırsız gibi gelip köylerine girdiği insanlara ne anlatabilirdi ki! Ürküntüsü mahcubiyetle yer değiştirmiş sonra. Gelen insanlardan birkaç kişi aynı anda konuşuyorlarmış. Söylediklerinden hiçbir şey anlamamış önce. Arapça konuştuklarını fark edince çat pat Arapçasıyla ‘ben Arapça bilmiyorum. Türkçe bileniniz var mı?’ demiş. İçlerinden birisi ileri çıkarak: ‘Burada herkes bir miktar Türkçe bilir. Söyle bakalım ne işin var asmanın başında?’ demişler.”
“Önce ne diyeceğini düşünmüş kafasında çeşitli mazeretler ihtiva eden cümleler kurmuş. Sonra vazgeçip: ‘En iyisi doğrusunu söylemek ama inanan olursa!’ diye geçirmiş aklından.”
‘Bakın efendiler!’ demiş. ‘Ben İstanbul’dan geliyorum. Adım İbrahim, Takkeci İbrahim Ağa derler bana.
“Kalabalık arasında homurtular birleşince bir uğultu yükselmiş. Hep bir ağızdan”
— Ne! İstanbul’dan mı geliyorsun? demişler.
“Şaşkınlıkları geçince ilk konuşan adam:
— Hayırdır inşallah! İbrahim Efendi? İstanbul’dan geliyorsun âlâ ancak burada n’edersin? Bizim asma ile ne işin ola ki?
‘Bakın Efendiler! Ben birkaç yıldır bir rüya görmekteydim.’ diyerek her şeyi olduğu gibi anlatmış bir çırpıda ‘…ve işte rüyamda gördüğüm üzüm hetifi, birisini ise daha asmanın üzerindeyken yedim.’ demiş.”
“Etrafındaki insanlar gülmekten kırılmışlar bir süre. Arka taraflarda konuşulanları dinleyen ve baştan beri hiç lafa karışmayan yetmiş yaşlarında göründüğü halde nerdeyse sakalının yarıdan çoğu simsiyah olan birisi kalabalığı yararak ileri çıkmış ve Takkeci İbrahim Ağa’nın karşısında durmuş. Onun bir şey söylemek istediğini anlayan kalabalık susmuş ve herkes dikkatle o adama bakmaya başlamış.”
Adam Takkeci İbrahim Ağa’ya hitaben:
— İlahi mübarek adam! Şimdi sen İstanbul’dan buraya, rüyanda gördüğün iki hetif üzüm için mi geldin? demiş.
Takkeci İbrahim Ağa ne cevap vereceğini şaşırmış:
— Evet! demiş çaresiz.
Adam:
— Allah hayrını versin senin. Rüyanda Bağdat’ta, Hile– i Evvel’deki asmada iki hetif üzüm kısmetindir git ye denildi ve sen de iki hetif üzüm için ta İstanbul’dan kalkıp buralara geldin öyle mi?
— Evet! Ayniyle öyle oldu demiş Takkeci İbrahim Ağa ve devam etmiş. Ne yapabilirdim muhterem! Her gün aynı rüya! Dayanacak gücüm kalmamıştı artık. demiş. Adam sakalını sıvazlarken bir yandan da gülümsüyormuş:
— ‘Allah hayrını versin e mi! Ben yıllardır bir rüya görürüm. Rüyamda İstanbul’da kerpeten zâdelerin evinin kömürlüğünün altında üç küp altın senin kısmetindir ‘git al’ diye görürüm. Be adam! Ben üç küp altın için bile buradan kalkıp İstanbul’a gitmiyorum. Oysa sen iki hetif üzüm için ta İstanbul’dan buraya geliyorsun. Allah seni nasıl biliyorsa öyle etsin! Lakin hepimizi güldürdün, ömrün çok olsun e mi!’ diyerek, tekrar geldiği yerden kalabalığı yararak çekip gitmiş.
“Takkeci İbrahim Ağa asmayı ilk gördüğü anki gibi donup kalmış olduğu yerde.
Çevresindekiler:
— Sen aldırma ona efendi! O şakacıdır. Hem bu şakadan bu kadar alınacak ne var Allah aşkına! demişler. İçlerinden birisi Takkeci İbrahim Ağa’nın omzuna dokunarak:
— Efendi! İyi misin? demiş.
Takkeci İbrahim Ağa:
— İyiyim, iyiyim! Elhamdülillah çok iyiyim!
“Takkeci İbrahim Ağa’nın öylece donup kalması adamın söylediklerinin ağır gelmesinden, iki hetif üzüm için ta İstanbul’dan Bağdat’a geldiği için kınanmasından değilmiş. Aksine adam esas kısmeti haber vermiş. ‘Tevekkeli kısmet iki hetif üzüm değilmiş. Esas kısmet bizim evin kömürlüğünün altındaymış, meğer ben bu iki hetif üzümün bahanesiyle kısmetin haberini almaya gelmişim!’ diye geçirmiş içinden.
Çünkü halihazırda oturduğu evciği babasının Kerpeten Zadelerden aldığını biliyormuş.” Takkeci İbrahim Ağa İstanbul’a Döner dönmez evin kömürlüğünde kazıya başlamış. Kısa zamanda da bulmuş üç küp altını. Birçok hayırlar yaptıktan sonra Hemen mütevazı ama güzel bir cami yaptırmış. Cami bitip de cemaatin camiye asmak üzere getirdiği ‘Takkeci İbrahim Ağa Camii’ levhasını görünce cemaatin hayretleri arasında:
— “Hayır! Camiin adı ‘İki Hetif Üzüm Camii’ olacak!” demiş. İşte Mümin bu zatın, İki Hetif Üzüm Camii Bânîsi Takkeci İbrahim Ağa’nın torunudur.”
“Herkes tarafından Deli Mümin olarak bilinen bu sırlı zat, sevdalanmıştı o kadına. Söylenildiğine göre kadıncağız da Mümin’e sevdalıymış. Sonraları, babam Mümin’in de yardımıyla dediğini yaptı ve bu kadını o evden alıp, bizim eve yerleştirdi.”
“Annem de çok sevinmişti bu duruma, kadıncağız da.”
“Mümin evlendi evlenecek derken, o günlerde büyükbabanız ortaya çıkmış ve bizim evlenmemiz gündeme gelmişti. Büyükbabanız; benim rahmetli, Hukuk Mektebi son sınıfta okuyormuş.”
Odada bulunan herkes bir anda yerinden kıpırdamış, sırtını dayadığı koltuktan doğrularak, Hanım Nine’nin ağzına bakmaya başlamışlardı.
Küçük torunlardan birisi, kızlara has bir merakla:
“Hanım Nine! Bahri Efendi!”
deyivermez mi? Anlaşılan Bahri Efendi’yle Hanım Nine’nin sevdasının devamını merak ediyormuş.
Hanım Nine bir kere daha darmadağın olmuştu kelimenin tam anlamıyla. Sustu, uzun süre konuşmadı. Konuşmasına devam etmeyeceğini düşünüp, diş biledik küçük kıza. Bahri Efendi’yi sormak da nereden aklına gelmişti. Gerçi ne suçu vardı kızcağızın. Bahri Efendi ile Hanım Nine evlendi evlenecek diye bekliyormuş ve hikâyenin sonunu merak ediyormuş kızcağız.
Birkaç kere gözlerini kapatıp öylece kalmıştı Hanım Nine. Sonra konuşmasına devam etmişti de hepimiz sevinmiştik belli etmeden.
“Bahri Efendi o günlerde eczaneden ayrılmıştı.” dedikten sonra derin bir nefes aldı ve tekrar sustu. Bu defa gözlerini daha uzun süre kapalı tuttu. Sonra, çok kahırlanmış birinin yüz ifadesiyle: “Üsküdar’da, Yalnız Servi taraflarında bir yerlerde, cilt ve kitap işleri yapan bir dükkân açmış dediler ama dükkân dediğin gündüz açık olur. Arayıp da bulana aşk olsun” dedi; küskünlük ve kırgınlığını daha bir belli ederek.
Bu hikâyenin yazıcısı başta olmak üzere, odada bulunan herkes anlamıştı Hanım Nine’nin Bahri Efendi’yi evlenmeden önce ne kadar aradığını.
Hanım Nine’nin günlüğünden
Vefasız yolcu
Ne kadar gamlı bir akşam…
Hangi gün ve hangi akşam gamlı değil ki o vefasız gideli.
Hangi gün gamsız başlıyor ki gamsız bitsin. “Her mevsim içimden gelir geçersin, sen vefasız yolcu. Ey yolcu! Hangi yolun yolcususun ki çıktığın yola yalnız çıkarsın? Kalbimi viran edip de çıkarsın. Yoldaşsız yol, yol mudur? Yoldaş olmadan çıkılan yolları ancak sen bilirsin. Refikin kim çıktığın yolda ey yolcu?” Hani! “Leyla bir özge candı? Kara gözlü ceylandı?”
Hangi ceylanı hikâyat edeyim şimdi sana.
Hangi ceylanın hikâyatı uyar bana?
Ceylana “ceylan” demeden, ceylan bilir mi ceylanlığını. Ceylanın gözüne hayran olunmadan ceylan, ceylan mıdır? Nedir şimdi hal– i pürmelâli?
Senin halin, senin melâlin üzre turnalar bende barınır.
Akan cümle kanlar, gözlerimde arınır.
Elveda demeden gitmek de nerede vardır?
(…)
Yetim
Boğazda martılar; Fatih’te, Beyazıt’ta, Sultanahmet’te güvercinler, kumrular, yetim şimdi. Meğer ben de yetimmişim sen olmadan. Yeni Camii yetim, kuşları yetim. “Gitme!” deme fırsatı bile vermedin ya yetimine.
Işkolsun.
Cümle çiçekler solsun, artık ne çıkar.
Kaçtın işte, halin aşikâr.
Artık ne bahar gelir gönlüme ne de kış gider.
Güvercinler, camın önüne konan güvercinler bile bilirler senin yokluğunu. Korkumu söyleyemem kimselere. Gelmeyeceğini bile bile umutlar ekerim çiçeklere. Her çiçekte, artık gelmeyeceğine dair korkular, korkular yaşarım. Dolar taşarım gün içre. Şehre ve boğaza ve kışa ve yaza küstüm.
Çiçekler küstü.
Kuşlar küstü.
Nerede? Var mı küskünlüğüme çare bir muştu.
Her şey bir varmış bir yokmuşun kanadında kuştu.
Ve uçtu.
(…)
Kitapların tabibi
Ciltler yapar, kitaplar tedavi eder olmuşsun. Ey kitapların tabibi! Nerde kaldı vaadin?Kanadım kırıldı var mı tedavin?
Kırık, ne varsa bende şimdi.
Neyim varsa kırılıverdi.
O ikindi. Dönmediğin ikindi.
Kalbimden her şey silindi.
Açılan her boşluk, hasretin içindi.
Ve kalbim: Hasret nedir bildi.
Mekânım, zindanın dibi.
Sende kilidi.
Beni zindanlara atma. Kara gözlü ceylanı sensiz bırakma. Ey! Vefasız yolcu. Nedir bu halin sonucu. Kitap ve sevda ve ekmek ve kalem ve şarkı sustu. Muştu beklemeye zaman kalmadan devrildi dağlar. Ve göçtü dünya.
(…)
Ceylan Masalı
Bir varmış, bir yokmuş.
Dünyada vefasız çokmuş.
Sevdanın hatırı yokmuş.
Bir ceylan koşmuş… Koşmuş… Koşmuş.
Vefasızın kapısına varmış.
Yakarmış vefasıza: “avcılar var peşimde, kurtar beni demiş. Hani ben senin kara gözlü ceylanındım demiş.” Vefasızdan aman dilemiş.
Vefasız aman vermemiş.
Ceylan geri dönmeden önce kapı önünde ağlamış… Ağlamış… Ağlamış…
Bir varmış, bir yokmuş.
Dünyada vefasız çokmuş.
Sevdanın hatırı yokmuş.
Ceylan, bir varmış bir yokmuş.
Hanım Nine’ye cüret edip de soramamıştık. “Bahri Efendi ile ne yaptınız” diye.
Aile büyüklerimiz derler ki: “Eczacı Leyla Hanım, yani Hanım Nine, Bahri Efendi’yi arayıp bulmuş.“ Yine derler ki: “Hanım Nine Bahri Efendi’yi bulmak için çok uğraşmış. Kitap ve cilt işi yapan Bahri Efendi’nin dükkânını, daha doğrusu kaçaklara has barınağını bulmuş ama Bahri Efendi’yi bulana aşk olsun. Günlerdir gidip gelmiş Hanım Nine. Her gidişinde kapısını çalmış ve bıkmadan beklemiş kapısının önünde. Sorup soruşturmuş ama bilen olmamış hangi günler gelip, hangi günler gittiğini. Geldiği zamanlarda n’ettiğini
Nihayet bir gün, bir ikindi üzeri, çok uzun çalmış kapıyı. Ruhundan bir ses, Bahri Efendi’nin içerde olduğuna söyleyip geçmiş. Israrla çalmış kapıyı arkası arkasına, inatla. Hanım Nine: “Açmalısın kapıyı, mümkünü yok konuşmadan gitmem!” demiş. Gözyaşları sel olup akmış Bahri Efendi’nin kapısının önüne. Kapı arkasından akıp, kapının altından sızarak Hanım Nine’nin gözyaşlarına karışmış Bahri Efendi’nin gözyaşları.”
Ve yine derler ki:
Fazla direnemeden açmış Bahri Efendi kapıyı. Oturup birlikte gözyaşı dökmüşler. Konuşmamışlar uzunca bir süre. Hanım Nine’nin gözü, Bahri Efendi’nin tamburunu aramış. Sevinmiş sonra, bir köşede duran tamburu görünce. Almış tamburu, bırakmış Bahri Efendi’nin kucağına. Haykırmış tamburun telleri özlediği nameyi: ‘Leyla bir özge candır, kara gözlü ceylandır.’ İlk defa yaşamışlar gözlerinden birlikte akıttıkları ‘segâh’ gözyaşlarının hüznünü.
İlk defa imasız, gerçek kelimelerden, gerçek cümlelerle sevda sözleri söylemiş Hanım Nine. Sevda sözlerini yadırgamamış Bahri Efendi. Zira o sözlerin, o sevda sözlerini söyleten duyguların tam karşılığı da kendi kalbindeymiş ve bunu da açıkça söylemiş Hanım Nine’ye.
Umutlanmış Hanım Nine.
Umudunun hatırına “Her mevsim içimden gelir geçersin. Sen vefasız yolcu kalbim viran edersin.” şarkısını çalmasını istememiş Bahri Efendi’den. Bahri Efendi’ye “vefasız” demeye gelecek bu sözü söylemeye kıyamamış. Bütün ceylanlar Hanım Nine’nin yüreğinde suya inmiş o anda.
Susuz cümle ceylanlar o anda suya kanmış.
Ocağı yanmayan kimsesizlerin ocağı yanmış.
Bütün sevdalılar da yanmış sevdalarının çilesiyle.
Çilelerinin mucizesiyle.
Bütün anneler o anda birer öpücük konduruvermişler kucaklarında gülümseyen bebelerine, ansızın gelen, bu doyumsuz muhabbete şaşırarak.
Bütün turnalar kazasız belasız, katarlarına bir helâl gelmeden geçmişler Hanım Nine’nin yüreğinin sıcaklığını takip ede ede. Ve ulaşmışlar menzillerine.
Akşam ezanına yakın söylemiş Bahri Efendi, Hanım Nine’nin üzerine dağlar deviren sözlerini. Kendisi de o dağların altında kalmış; kendi sözlerinin devirdiği dağların altında…
“Olmaz!” demiş. “Yapamam!” demiş. Yüreğini kanata kanata çıkmış bu “olmazlar” “yapamamlar” Bahri Efendi’nin ağzından. Kan gözlerine sıçramış kara gözlü ceylanın. Kara gözlü ceylanın gözlerinde çoğalmış, çoğalmış, kan. O kadar akmış, o kadar akmış ki. Ceylanların izini süren avcılar nerdeyse şaşkınlıktan dillerini yutacaklarmış. Her ceylanın geçtiği yol kan revan olmuş.
Yapamam! Baban muhteremin eteğinde büyüdüm ben. Ekmeğini yedim. Beni emanetçisi bildi. Vekili belledi. Yapamam! Sana sevdalanmanın suçunu bağışlamasına dua etmek için, kaç asır yaşasam affedilirim bilmiyorum. Olmaz! Yapamam! Bağışla beni kara gözlü ceylanım.
Olmamalı böyle bir sevda! Olmamalıydı!
Anlamalıydım ki çok ağırdır yükü bu sevdanın.
Vedanın acısını biliyordum oysa.
Devasa kanatlarım yerlerde şimdi, uçamam.
Ne bir telli turna geçer ufuktan.
Ne de bir selâm gelir.
Yalnızlık içimde erir.
Erir de içimde, demirleşir sensizlik.
“Yapamam. Yine de yapamam. Babana ihanet edemem. Emanetine ihanet edemem. Yediğim ekmeğe, kazandığım hatıra ihanet edemem, etmemeliyim. Git Leyla, seninle benden başka kimse bilmemeli bu yanlışı” diye yakarmıştı Bahri Efendi.
Bilmemeli çiçekler.
Seni saklamalıyım dağlardan.
Sen varsın, ama olmamalısın.
Sevdan olmamalı. Sevdamız olmamalı.
Hayır, olmalı.
Olmalı da… Olmamalı.
Dağları saklayan bulutlar, seni de saklamalı.
Saklamalı, lâkin ben görmeliyim.
Yok, yok! Görmemeliyim.
Aslında sen olmamalısın.
Çiçekler olmalı.
Sevdamız olmalı.
Sen olmamalısın.
Şiirler olmalı, çocuklar olmalı, bir sen, olmamalısın.
Bütün bunlar adın olmalı.
Tümü adına selam durmalı ama sen olmamalısın.
Sen, sızılı bir ağıt
Derinden okunan Yasin
Olmamalıydın ama oldun/mahcubum.
Yokluğundadır senin gücün.
Ancak sensizliktir benim harcım.
“Leyla bir özge candır, kara gözlü ceylandır” şarkısı sonsuza kadar susmuştu. Bu şarkıyı çalan tamburu susmuştu Bahri Efendinin.
Artık, kim, hangi şarkıya niyetlense: “Her mevsim içimden gelir geçersin. Sen vefasız yolcu kalbim viran edersin” şarkısı dökülecekti Leyla’nın dudaklardan.
“Büyükbabanız, bana talip olduğunda hukuk mektebi son sınıfta okuyormuş.” diye tekrar söze girmişti Hanım Nine. Sonra bir süre daha sustu dalgın gözlerle uzaklara bakarak. Bir kırlangıç, o heyecanlı ve çevik uçuşuyla perdesi açık duran karşı pencereye değer değmez geçti. Arkasından, uzun bir gemi sireni; önce pencerelere, sonra kulaklarımıza kadar değdi. Hanım Nine konuşmaya başlamıştı ama sesinde hâlâ bir kırgınlık, küskünlük seziliyordu.”
“Kendisinin evlilik hazırlıklarının yapılma aşamasında Mümin’in Neriman’ı yapmaya başladı bizim düğün hazırlıklarımızı. Kız istemeye gelineceği, yani beni istemeye gelecekleri gün, Neriman heyecandan ölecekti neredeyse. Çok sevmişti annemi ve babamı. Rahmetli annem ve babam da onu çok sevmişlerdi. Bizim aileyi velinimeti biliyordu ve hep öyle bildi. O gün alışverişler yapmış akşama dünürler geleceği için. Bana kaç kere kahve provası yaptırdı bilseniz.”
“Derken akşam geldi misafirlerimiz.”
“Büyükbabanızın ailesi İstanbul’da olmadığı için yanına karı koca olan hocalarını alıp gelmişlerdi beni istemeye. Çok komik bir hadise olmuştu o akşam. Bizim evimizde haram olan içkiler bulunmazdı. Neriman, zavallı kadın, adettir diye likör almış. Anneciğim de hiç bakmamış neler aldığına. Aklına nereden gelsin anneciğimin. Çok güveniyordu Neriman’a. Alimallah, onun da beceremeyeceği bir iş yoktu hani… Pek güzel yapardı ev işlerini. Anneciğim, nasıl olsa Neriman her şeyi çekip çeviriyor diye misafirlerle birlikte rahat rahat oturuyordu salonda. Bense mutfakta kendi halimdeydim. Neriman Abla ne derse onu yapıyordum. Bir anda elime bir tepsi tutuşturdu ve “bunları misafirlere ikram et” dedi. Ben de tepsiyi alıp, Neriman ablanın tepsiye koyduğu minik gümüş bardakları sırasıyla dağıttım. Sonra da adet üzere, salonun bir köşesine oturdum.”
“Meğerse ben misafirlere likör ikram etmişim.
Minik likör kadehleri anneciğimle babacığımın ellerinde kalakaldılar. Misafirler, likörlerini henüz ellerinde tutuyorlardı ki, taliplim, yani büyükbabanız sağ elindeki likör kadehini sol eline dökerek, eline koku sürüyor gibi sürdü ve ellerini yüzüne götürdü. Zavallı büyükbabanız, likörü gülsuyu falan gibi bir koku sanmış ve güngörmüş ailelerde, bir şişe ile değil de herkese ayrı ayrı ikram edildiğini düşünmüş.
Karı koca, hocaları, bu hadiseyi rezalet kabul ederek daha fazla dayanamayıp, hemencecik müsaade istediler ve kaçarcasına kapıya yöneldiler. Neler olduğunu anlayamayan büyükbabanız da onların arkasından kapıya yöneldi. Hocalarının kapıdan çıktıklarında o, henüz salondaydı ve olanlara hâlâ bir anlam veremediği için gidip gitmemek arasında, kaygı ile yürüyordu.
Babam arkasından seslendi:
“Dur delikanlı! Dur!” dedi. Zaten ayakları bir türlü kapıya gitmeyen büyükbabanız olduğu yerde durdu. Hatta babacığım yanına vardı. “Dur delikanlı! Gitme!” dedi tekrar. “Senin bu yaptığın yanlış, yani likörü içmek yerine koku sanarak yüzüne sürmen, sana kızımı verme sebebimdir” dedi. ““Öylece evlenmiş olduk büyükbabanızla. Allah gani gani rahmet eylesin. Çok iyi adamdı. Çok da iyi bir dava vekiliydi. Ama en iyi yönü; Çok iyi bir baba ve aile reisiydi.”
Hepimiz iyi bir eş idi demesini de bekledik aslında. Büyükbabamız adına kırılmışmıydık ne? Ama hepimizin birbirine bakmasıyla, aramızda anlaşıvererek, Hanım Nine’mize hak vermeden de edememiştik. Büyükbabamızı çok severdi elbette. Ama onun sevdasını, sevdalısını da hepimiz biliyorduk. Ne diyebilirdik ki? Torunu Gül’ün verdiği soyulmuş elma dilimlerini, çevresinde en ağır misafirleri varmış gibi gayet nezaketle yerken, tek tek yüzümüze bakıyordu şefkatle. Gül’ün en son verdiği elma dilimini alırken, ellerini yakalayıp öpüyor, sonra “Yeterli kızım! Teşekkür ederim” diyordu. Elini ıslak bez ile kuruladıktan sonra, yine uzaklara bakıyormuş gibi, bir noktada kilitlenmişti gözleri.
“Bizim düğün kısa sürede olup bitmişti” diye, yeniden söze başladı. Telaşı kısa süren bizim düğünden sonra, Mümin ile Neriman’ı evlendirme telâşesindeydi anneciğim o günlerde. Ama Mümin ile Neriman’ın düğünleri, araya giren birçok mâni nedeniyle gecike gecike kışa kalmıştı. Anneciğim ise “Oldu olacak baharda yapalım!” diyerek mayıs ayında Mümin ile Neriman’ın düğünlerini yapmak üzere hazırlıklara başladı.”
“Çok ağır geçen o kış sonrası bahar öyle güzel başladı ki İstanbul’da. Düğünden bir gün önce, bir öğle üzeri babacığım Mümin’i caddeden çağırtmış ve birlikte yemek yemiş, sohbet etmişler. Bir ara babacığım koltuğunda uyuyakalmış. Babacığım koltuğunda uykuya dalmadan önce Mümin karşısındaki koltukta oturuyor, her beş dakikada bir yerinden kalkarak “Cümleten şehiitt oldular!” diye, meşhur feryadına devam ederek bir öte bir beriye dolaşıyormuş.”
“Babacığım, sürekli, iki gözü iki çeşme anlatırdı bu rüyasını.”
— Rüyamda, birden kendimi İstanbul’un fethinde, savaşın ortasında bulmuştum. Surlar tarafında bir yerlerdeydik. Surları muhasara altına almıştık. Ortalık mahşer yeriydi adeta. Bir anda sağ yanımızdan bir derviş topluluğu savaş alanına girdi. Sadece defler vardı ellerinde. Sultan Fatih’i de hatırlıyorum: Yüksekçe bir yerlerde, bulunduğu tepeden daha yüksek bir atın üzerinde, tepeden ve attan daha büyük heybetiyle savaş alanını izliyordu. Evet, evet! Sultan’ı tam bu şekilde hatırlıyorum; bugünkü gibi hem de… Surlara merdiven atarak tırmanan askerlerin üzerlerine kızgın yağların döküldüğü yere doğru deflerine vuraraktan ilerliyordu dervişân bölüğü. Ama nasıl bir ahenk, nasıl bir name tutturmuşlardı şimdi izah edemem. Musikiden az çok anladığım halde, bugün o namenin hazzını ve makamını size tariften yoksunum. Bir de baktım ki, bizim Mümin de bu dervişân bölüğünün içinde. Hiç kimseye aldırmadan ve karşılarındaki surlardan başka bir yerlere bakmadan ilerliyorlardı. İlerlediler… İlerlediler… İlerlediler. Bütün ordu: durmuş onlara, dervişân bölüğüne bakıyordu.
Surlara tırmanmak üzere atılmış merdivenlerden birinin altına geldiler. Hiç duraklamadan da merdivene ellerinde defleri ile tırmanmaya devam ettiler. Yukarıdan kızgın yağlar dökülüyor merdivenin yarı basamağına kadar çıkmış dervişler yanıyor ve hemen altındaki dervişler onların üzerinden geçerek merdivene tırmanmaya devam ediyorlardı. Onlar da yanınca bir alttakiler devam ediyordu. Biz okçular olduğumuz yerde kalakalmış, dervişân bölüğüne bakıyorduk. Bir ara merdivenin son basamağına kadar varmışlardı ki Mümin’i gördüm. Askerlere eliyle “Gelin! Gelin!” diye işaret ediyordu ve askerler arkasından tırmanıyorlardı surlara. Derken, Mümin son basamağa kadar çıkmıştı ki, sürekli döktükleri kaynar yağ kazanlarından birini döktüler ve Mümin’in eriyerek yere düşen bedenine baktım bir süre. Sonra da surlara çıkmış olan bizim askerlerin narasını duyunca doğrulup surlara baktım. Zavallı Mümin, diğer dervişlerle birlikte, vücutları yağda kızarmış bir vaziyette yerde yatıyorlardı. Dervişân bölüğünün silahları da yoktu zaten. Ellerinde defleri ile şehit olmaya gelmişlerdi ve cümleten şehit olmuşlardı. O anda da uyandım ve hemen Mümin’i aradı gözlerim. Baktım ki karşıdaki kerevette yatıyor. Önce, ben uyuyunca, Mümin’in de uyuduğunu düşündüm. Boynundaki kırmızılık dikkatimi çekmişti. Yanına yaklaştım. Gece bir
uğursuzun saldırısına mı uğradı acep diye kaygılanmıştım. Yanına vardım ki ne göreyim. Mümin’in cansız bedeni yarı uzanmış yatıyordu. Gömleğini açıp, boynundaki kızıllığa baktım. Aman Allah’ım! Boynundan başlayan yanık izi, vücuduna doğru iniyordu. Henüz yanmış gibi kanıyordu. Yağ kokuları geliyordu burnuma. Rüyamda cümleten şehit olan dervişân bölüğünün, surun yukarısından üzerlerine dökülen yağın yakışından gelen kokular gibi…
“Mümin. O sırlı zat. Sırlı bir şekilde Hakkın rahmetine kavuşmuştu.”
“Ben ömrümde öyle bir cenaze alayı görmedim. Rahmetli babamın cenazesinde bile Mümin’inkinden azdı kalabalık.”
Menkıbelere, sırlı zatların sırlı hallerine kolay inanan ve inanmayı seven yazıcı, o günkü, haftanın son gününün son dersini blok yaparak çıkmıştı. O günün akşamından başlayarak bütün hafta sonu Hanım Nine ile konuşmayı, hangi konuda ne konuşursa kaydetmeyi planlıyordu. Kalbindekini Allah bilir ya bir kitap çıkarmayı, hatta Hanım Nine iyi gününde olursa anlatacağı hikâyelerden birkaç romana kapı bile açılacağını umuyordu.
Ders notlarını alelacele masasının üzerine bıraktı ve bilgisayarını kuralı ile kapatmaya tahammül edemeyerek fişini çekti. Çantasını koltuğunun altına düştü düşecek bir şekilde sıkıştırmış, oda kapısını kilitliyordu ki cep telefonu çaldı. Gayrı ihtiyari telefona uzanmak istedi ama cebindeki telefonu çıkaracak boş bir eli yoktu ve o telaşla da koltuğundaki çanta yere düştü. Çantayı kapayım derken diğer koltuğundaki kitaplar da kaydı ve yere düştü. Şimdi, cebindeki telefonu çıkaracak iki eli vardı ve ikisi de boştu.
Telefon birkaç kere çalmıştı. Acele ile çıkardı telefonunu ve açtı. Telefonu kulağına götürmesiyle birlikte, koltuğunun altından az önce kayan kitaplar gibi yere kaydı. Üniversite ile ev arasındaki kısacık yol bitmek bilmemiş, bir ömür sürmüştü adeta. Oysa ömür, ne çabuk geçip gidiyordu.
Eve vardığında sokakta adım atacak yer kalmamıştı. Şehrin çok uzağında bulunan akrabalar, dostlar, tanıdıklar kendisinden önce gelmişlerdi bile. Kalabalığa bakıp, “meğer ne çok seveni varmış Hanım Nine’nin” diye geçirdi içinden.
Herkes başsağlığı dilemek, acısını paylaşmak istiyordu. Kucaklaşabildiği kadar kişi ile kucaklaştı yukarı çıkana kadar.
Hanım Nine’nin bulunduğu odaya girdiğinde torunlarından, yazıcının bile kaçıncı göbekten torunu olduklarını tam olarak bilemediği genç kızlar yan odada kur– an– ı Kerim okuyorlardı.
Yatağın yanına kadar yaklaştı. Sağ elini tuttu ve hafif kaldırarak öpüp başına koydu. Hanım Nine’nin o bildik güzel kokusu. Kendine has, terkibini sadece kendisinin bildiği güzel sabun kokusu… Sağ yanağını Hanım Nine’nin avuçlarına sürdü. Birden, gök yarılmış gibi başlayan yağmurlar boşandı gözlerinden. Hıçkırıkları, uçtu uçacak bir kuştu; sıkı tutsa ölecek, gevşetse uçacaktı kuş. Ve uçtu. Bıraktı kendini, ağlamanın yaşlı ve dinç tarihinin kollarına.
Hasan EJDERHA




