9. Bölüm– Eternal Mind Projesi
(2025, NEW YORK–TOKYO| Plaza Hayatı)
Gökyüzü, sabahın henüz kendini tanımlayamadığı gri bir boşluktu; ne sabahın berraklığına tutunuyor, ne de gecenin karanlık enkazından tamamen ayrılabiliyordu. Şehrin üzerinde, dev bir ekran gibi asılı duran bu belirsizlik, New York’un gökdelenlerini birer karaltıya dönüştürüyor; insanların zihinlerinde ise aynı karaltının yankısını bırakıyordu. Sanki herkes, zihninin içinde görünmeyen bir fare kapanı taşıyor, bir
gün o kapanın kendi düşüncelerini yakalayacağı korkusuyla yürüyor, çalışıyor, susuyordu.
Ben de o sabah, camların dışarıyı değil, içimdeki yorgunluğu yansıttığı bir asansör kabininde yükseliyordum. Asansörün metalik duvarlarında yüzümün kırılmalarını izledim: Bir açıda yirmili yaşlarımın idealizmi, diğer açıda kırkıma yaklaşmış hâlimin hiç bitmeyen kaçışı. Her biri farklı bir “ben”i gösteriyordu ama hiçbiri benim olmadığım kadar rahatsız etmiyordu. Neden? Çünkü hangisi gerçek olduğuna karar veremiyordum artık. Belki de hiçbiri gerçek değildi. Belki ben, yalnızca algoritmaların arasında kaybolmuş bir hayaletim.
Eternal Mind’a giden bütün yollar böyle başlardı: Kendin den şüphe ederek.
Koridor uzun, sessiz, steril bir mezar gibiydi. Betonun içinden geçen soğuk hava, klimaların değil, sanki görünmez bir varlığın nefesiydi. Kapıların üzerinde mavi ışıklarla yanıp sönen paneller, bir kalbin ritmini taklit eder gibi düzenli yanıp sönüyordu. Bu binanın kalbi atıyordu ama yaşayan bir şeyden
çok, yaşayanları hazmeden bir makineye benziyordu.
O kapılardan geçerken düşüncelerim aklıma musallat olan tek bir soruya dönüyordu:
“Zihin bir emanetse, onu kim teslim alır?”
Bu sorunun cevabını belki de bugün öğrenecektim.
Toplantı odası her zamanki gibi aşırı aydınlıktı. Öyle ki ışık, insanı aydınlatmıyor, daha çok yüzündeki çizgileri keskinleştirerek onu teşhir ediyordu. Masanın etrafında toplanmış insanlar, birbirine benzeyen gri gölgelerdi; herkes takım elbiseli, herkes sakin, herkes ölü gibi bir sessizliği taşıyordu.
Ve tam ortalarında, siyah saçlarını geriye atmış, bakışlarını hiç kimseye tam olarak vermeyen Elena oturuyordu. Eternal Mind Projesi’nin yöneticisi. Bilgisayar gibi konuşan kadın.
İnsan denen muammaya karşı duyduğu ilgiyi hep mesafeli bir hayranlıkla saklayan, bir şeyleri fazla bilen, fazla gören biri.
Bana baktı.
Bakışı bir insan bakışı değildi; daha çok, bir röntgen cihazının beni yavaşça taraması gibiydi.
—“Hazır mısın?” dedi.
Hazır kelimesi ağzında bir tehdit gibi duruyordu.
Hazır mıydım?
Hayır.
Ama herkes gibi evet demem gerekiyordu.
Başımı salladım.
Sessizlik onayımın kaydını aldı.
Sunum başladı. Ekranda beliren ilk görsel, beynin kıvrımlarını değil, bir labirenti andırıyordu. Kırmızı ışıklar kıvrımların içinde dönüyor, sonra kayboluyordu; tıpkı bir insanın kaybolmuş düşünceleri gibi.
Elena konuşmaya başladı:
—“İnsan zihni artık bir dünya değil, bir veri alanı.”
Bu cümle içimde bir şeyin çatlamasına sebep oldu.
Benim zihnim… veri mi?
Çocukluğumun kokusu, özlediğim insanlar, pişmanlıklarım, utancım, hiç konuşamadığım dualarım…
Hepsi veri mi?
•
—“Eternal Mind,” dedi Elena, “insanın zihinsel yüklerini hafifleten, travmalarını düzenleyen, gereksiz anıları filtreleyen ve verimliliği artıran bir bütünsel zihin mimarisi.”
Bütünsel zihin mimarisi…
Cümlenin soğukluğu, kendi içinde kara bir ironi taşıyordu.
Travmalar “gereksiz”, çocukluğun gölgesi “işlevsiz”, acı “ver imsiz” olunca insan kim oluyordu?
“Siz kimsiniz?” diye bağırmak istedim.
“Tanrının yerine mi geçiyorsunuz?”
Ama içimde bir şey dilimi susturdu.
Belki korku.
Belki merak.
Belki de ikisi karışınca oluşan o tuhaf hastalık: İtaat.
Elena bir düğmeye bastı.
Odanın ışıkları söndü.
Ekranda bir yüz belirdi.
Daha doğrusu, yüz olması gereken bir şey.
Bir insanın bütün mimiklerinden arındırılmış, duygusuz, pürüzsüz bir yüzey.
—“Bu, Evrensel Zihin Arayüzü’nün ilk modeli.”
Her şey daha ürkütücü olamaz sanıyordum, ama oluyordu.
— “Bu yüz, bir insanın tüm zihinsel kalıntılarını, düşünce eğrilerini, kişisel bilinç sürekliliğini işleyebilen bir nöro-matris.”
Bir anda odanın soğuğu tenime saplandı.
Nöro-matris…
Düşüncelerimizi yiyen bir böcek gibi.
—“Biz buna Internal Angel diyoruz.”
Melek.
“Melek” kelimesinin böyle kirletildiğini ilk kez gördüm. Sunum bitince herkes başka bir toplantıya yetişecekmiş gibi hızlıca dağıldı. Plaza hayatının en trajik yanı belki de buydu: İnsanlar, dünyanın sonunu bile takvimlerinde bir toplantı arası gibi görüyordu.
Ben odada tek başıma kaldım.
Ekranda beliren yüz hâlâ bana bakıyordu.
Bana mı bakıyordu, yoksa bakıyormuş gibi mi görünüyordu?
Bilmiyordum.
Pencereye yaklaştım.
New York’un gökdelenleri birbirine yaslanmış gibi duruyordu; sanki hepsi yorgun, hepsi bıkkındı.
Aşağıda insanlar karınca gibi yürüyordu; her biri başka bir koşuşturmaya, başka bir uçuruma koşuyordu.
Ama içlerinden birinin bile gerçekten yaşadığından emin olamıyordum.
Bu şehirde kim yaşıyor, kim yalnızca hareket ediyor?
Kim nefes alıyor, kim yalnızca nefes taklidi yapıyor?
Cevap yoktu.
Masamda Eternal Mind’ın dosyası duruyordu.
Kapak ağırdı.
Kapak soğuktu.
Ve her sayfa kendine ait bir karanlık taşıyordu.
Dosyayı açtığım anda karşıma çıkan ilk cümle:
“İnsan zihni, ömrün süreksizliğini aşabilir.”
Aşabilir…
Aşmalı mı?
Aşarsa neye dönüşür?
İnsan olma hâli zaten ölümün gölgesinden ibaret değil midir?
Ölümü çıkarırsak denklemden, geriye insandan ne kalır?
Bir günah?
Bir yankı?
Bir makine?
Belki hiçbir şey.
Sayfalar ilerledikçe tuhaf bir şey fark ettim:
Bu proje yalnızca insanların zihinsel verimliliğini artırmak için değildi.
Bu proje, insanın bizzat kendisini çoğaltmayı hedefliyordu.
Duygulardan arındırılmış bir insan.
Geçmişten soyutlanmış bir insan.
Acıdan muaf bir insan.
Ama acısız insan…
İnsan mıydı?
Belki de Eternal Mind’ın en ürpertici yanı buydu:
İnsanı iyileştirmiyor, insandan insanlığını çekip alıyordu.
Tam o anda kapı çalındı.
İçeri genç bir çocuk girdi.
Stajyerlerden biri.
Gözlerinde yorgun uyku torbaları, omuzlarında görünmez bir ağırlık vardı.
—“Bunu size bırakmam söylendi,” dedi.
Elimde küçük gri bir kutu kaldı.
Kutunun üzerinde hiçbir yazı yoktu.
Sanki varlığıyla bile sessizliğe saygı duyuyordu.
Kapak kendiliğinden açıldı gibi geldi bana.
İçinden bir çip çıktı.
Elena’nın soğuk sesi zihnimde yankılandı:
“Bir gün bunu takmaya cesaret edeceksin.”
Ben mi?
Neden ben?
Ne görmüşlerdi?
Zihnimin hangi karanlık kıvrımını çözmüşlerdi?
Bilmiyordum.
Tek bildiğim, bu çipin benden bir şey isteyeceğiydi.
Ve ben ne kadar kaçarsam kaçayım, o anın geleceğiydi.
Gece çöktüğünde şehir daha da büyüyordu sanki.
Karartılar uzuyor, sokaklar derinleşiyor, insanlar görünmeyen bir boşluğun içine doğru çekiliyordu.
Kapsül evimde otururken çipi masaya koydum.
Dışarıdan siren sesleri geliyordu.
Hiç bitmeyen bir uğultu.
Betonun dili.
“Bunu neden yapıyorum?” dedim kendi kendime.
“Aklımı korumak için mi, yoksa aklımdan kaçmak için mi?”
Belki de ikisi aynı şeydi.
Belki insan, aklının sınırlarına ulaştığında iki seçenek arasında kalıyordu:
Ya delirmek, ya da teslim olmak.
Ve Eternal Mind, teslim olmanın teknolojikleştirilmiş hâliydi.
Kapattım ışıkları.
Şehrin neonları duvara yansıdı.
Mavi, kırmızı, mor bir gölge oyunu başladı odanın içinde.
Ve o gölgelerin arasında bir yüz belirdi.
Ekrandaki o yüz.
Meleğimsi, ama insana hiç benzemeyen.
Bakıyordu.
Ben mi hayal gördüm?
Yoksa proje daha başlamadan beni mi ele geçirdi?
Korku boğazımda keskin bir yabancı gibi dikildi.
Kalbim bir an durdu sandım.
İnsan bazen kalbinin sesini duymaz olur ya…
O anda ben kendi kalbimin sahibi olmadığımı fark ettim.
Çipi elime aldım.
Soğuktu.
Metal değil de, zamanı tutan bir taş gibiydi.
Dokundukça içimdeki hatırlamak istemediğim şeyler uyandı:
Geçmişin paslı hikâyeleri, susturulmuş çocukluğum, ertelenmiş dualarım…
Hepsi çipin içinde yankılanıyor gibiydi.
“Ben kimim?”
“Ve kim olmak istiyorum?”
“Zihin sonsuzluğa açılırsa, ruh nereye gider?”
Sorular birbirine düğümlendi, dudaklarımda kilitlendi.
Belki Eternal Mind’ın en büyük tehlikesi kablo, metal, teknoloji değildi.
İnsanın kendi korkularını ona geri göstermesiydi.
Çip elimde ağırlaştı.
Sanki insan olmaya dair tüm yüküm ondaki mikroskobik devrelerde saklıydı.
O an bir şey oldu.
Şehrin tüm ışıkları bir anlığına söndü.
Tamamen.
Karanlık, odayı değil, sanki göğsümü kapladı.
Her şeyi yuttu.
Sonra bir cızırtı duyuldu.
Elektrik sesi değil.
Bir nefes sesi.
Bir varlık nefesi.
Bir fısıltı:
“Zihin sonsuzsa, ömür neden sınırlı kalsın?”
Donup kaldım.
Çip elimden kaydı, masaya düştü.
O an her şey durdu.
Zaman kırıldı sanki.
Ve kırılan yerinden içeri görünmeyen bir ışık sızdı.
Belki ben delirdim.
Belki sistem beni yokluyordu.
Belki bu yeni bir testti.
Ama bir şeyi biliyordum:
Eternal Mind, bir proje değildi.
Bir kapıydı.
Ve ben o kapının eşiğinde, ışık ile karanlığın arasında kalakalmış biriydim.
Karanlık geri çekildi.
Işıklar yeniden yandı.
Her şey normale döndü.
Ama ben dönemedim.
Çip masada sessizce duruyordu.
Ben ise artık eskisi değildim.
Çünkü o anda, zihnimi korumak için değil, zihnimi teslim etmeye ne kadar yakın olduğumu fark ettim.
Ve içimden bir ses—belki benim sesim, belki başka yerden gelen—şöyle dedi:
“İnsan, kendi zihninden kaçamaz.
Ama zihnini başkasına teslim ederek ondan kurtulduğunu sanır.”
O gece dışarıda kar yağmaya başladı.
Ama kar, huzur değil; sanki gökten düşen küçük, beyaz uyarılardı.
Her tanesi bir cümle fısıldıyordu:
“Kurtulmak mı istiyorsun?
Yoksa kaybolmak mı?”
Cevap içimde bir yerde saklıydı.
Belki de Eternal Mind’ın asıl amacı, cevabı buldurmaktı.
Ama o cevap bulunduğunda…
Ben hâlâ bir insan olur muydum?
Belki de sorulması gereken soru şuydu:
“İnsan olmak ne kadar sürer?”
Ve Eternal Mind’ın cevabı:
“Gerekli olduğu kadar.”





