Alper Murat Kirpik Dini HikayelerKıymetli Yazarlarımızdan Seçmeler

Kitabımı Oku “ABIHAYAT”

ABIHAYAT

10. Bölüm– Kemiklerle Döşeli Dehliz

(BURSA, 1500’LER | Barbanas İncilinin İzinde)

Rüzgâr, kadim duvarlara sürtünen bir fısıltı gibi, hücrelere bölünmüş zamanın boşluğunda ıslıklar çalarken başlıyor her şey. Sanki hafızanın altına gizlenmiş bir hayalet, eski bir adı çınlatıyor taşların içinden. O isim kimindi? Bir mürit mi? Bir hain mi? Bir masum mu? Kim bilir…Tarih bazen unutmak için yazar, hatırlamak için değil. Yine de bir yerlerde, karanlığın içinden ısrarla bir nefes çıkıyor: “Devam et.”

Mihrabın altındaki kapak açıldığından beri hava değişmişti. Toprak kokusu, küf kokusu, eski bir duanın yanık tınısı karışmıştı birbirine. Bir şey sanki çok uzun zamandır beklemiş, çok uzun zamandır uyumuş, çok uzun zamandır…gömülmüştü. Yalnızca kemikler değil. Bir ses. Bir sır. Bir günah. Bir hakikat. Bir ağırlık.

Arif, elindeki kandilin titreyen ışığıyla aşağıya doğru inerken, kimin adına nefes aldığını bile unutacak gibiydi. Ayağının altında ezilen tozlar birer harf gibi uçuşuyor, duvarlardan düşen küçük taşlar ritmik bir kapanış gibi tıkırdıyordu. “Bu sesler bana mı ait, yoksa geçmiş mi hareket ediyor?” diye düşündü. Çünkü bazı dehlizlerde yürüyen ayak değildir; geçmiş ayağa kalkar, insanı takip eder.

Basamakları saymamaya çalıştı. Saydıkça korku artıyordu. Saymadıkça boşluk büyüyordu. İnsan bazı yerlerde adımlarını değil, nefesini bile ölçmek ister; çünkü yanlış alınan her nefes, karanlığı bir adım daha yakına çağırır. Kandilin ışığı duvarlarda dolaştıkça, gölgeler uzuyor, eğiliyor, bükülüyor; sanki görünmez ellerle birer canlıya dönüyordu.

“Buraya kim indi benden önce? Kim çıktı, kim çıkamadı?”

Cevap gelmedi. Ya da geldi, ama sessizlikte boğuldu.

Bir süre sonra merdivenler sona erdi. Arif, geniş bir boşluğun girişinde durdu. Loş bir oda. Tavandan sarkan damlalar. Derinlerden gelen boğuk uğultular. Ve yerde… evet, yerde, insan kemiğine benzeyen şeyler. “Benzeyen” demeyi tercih etti, çünkü bazı gerçekler isim kazanırsa daha ağır gelir.

Kandilin ışığı büyüdükçe kemikler beyazlaşmaya başladı; beyazlaştıkça da konuşur gibi oldular. Bazılarının üstünde çizikler vardı. Bazılarının arasında kırmızıya çalan izler. Bazıları sanki dua eder gibi dizilmişti, bazıları da savaşırken düşmüş askerler gibi saçılmış.

“Burası bir mezarlık mı, yoksa bir mahkeme mi?”

Bir anda omuzlarının arasından buz gibi bir rüzgâr geçti; sanki “Her ikisi de” diyordu.

Arif, dikkatle ilerledi. Her adımında taşın üzerinde yankılanan bir iç çekiş duyuluyor gibiydi. Burası yalnızca bir dehliz değil, bir vicdandı. Yüzyıllar boyunca gizlenenin tortusu duvarlara işlemişti. Belki işkence görenlerin fısıltıları, belki saklanmak isteyen bir kitabın acısı, belki gece yarısı dua eden bir keşişin gözyaşları… “Barbanas İncili buraya mı saklandı?” diye düşündüğünde, birden duvarlarda gezinen gölgeler ağırlaştı. Sanki bu soruyu sormak bile yasaktı. Sanki bazı sırlar, arandığı anda sahiplerini yok eder.

Kandili biraz yukarı kaldırdı. İşte o zaman gördü: Duvarların bir bölümü oyulmuş, içine ince ince kemikler yerleştirilmişti. Bebek kemikleri, yetişkin kemikleri, kadın kemikleri, savaşçı kemikleri… Bir tür yazı gibiydi. Etin yokluğunda bile tarih konuşuyordu. Kemiğin dili yoktu ama anlamı vardı. Bazen kelimelerden daha gürültülü.

Bu manzarayı görünce Arif’in içi daraldı. Bir an nefesi kesildi. “Kim yaptı bunu? Neden böyle dizildi bu kemikler?” Soru soruyordu ama belki sorular bile kayıt altına alınıyordu. Dehliz, yaşayan bir varlık gibiydi.

Bir duvarın önüne geldiğinde, birkaç kemiğin hizasında parşömen kalıntıları gördü. Parmakları titredi. Yaklaştı. Parçaların bazıları nemden çürümüş, bazıları ise daha taze duruyordu. “Buraya biri yakın zamanda mı girdi?” Bu ihtimal, zihnini bir hançer gibi kesti.

Parşömeni eline aldığında, üzerindeki çizimleri fark etti.

Garip işaretler. İki hilal arasında sıkışmış bir göz. Üç kez tekrarlanan bir “RA” işareti. Sonra da kırmızı mürekkeple çizilmiş eğri bir haç. “Bu karışım… Hristiyanlık, paganlık, tasavvuf sembolleri… Hepsi birbirine mıhlanmış.” Çünkü hakikat hiçbir zaman tek bir kilisenin, tek bir mabedin, tek bir öğretinin duvarlarına sığmazdı.

Dehlizin daha derinlerine ilerledikçe hava ağırlaştı. Kandilin alevi titriyor, karanlık alevi yutmak için yanıp tutuşuyordu. Bir yerden su sesi geliyordu. Damla damla, sabırla, acıyla… Sanki bir ölüm sonrası ritüelin dakik sayacı gibi.

O anda yerde bir iz gördü: Çamura benzeyen bir şeyin üzerinde yeni ayakkabı izleri. Evet, yeniydi. Kuru değildi. Tazeydi. Bu, yalnız olmadığı anlamına geliyordu. “Kim?” dedi.

İçinden. “Kim, benden önce bu kapaktan indi?”

Birden arkasından bir ses geldi. Çok hafif. Bir nefes gibi. Bir rüzgâr gibi. Birinin adını anımsatır gibi. Başını döndürdü. Kimse yoktu. Ama bir gölge vardı. Gölgeler yalnızca ışığın oyunları değildir; bazen vicdanın oyunlarıdır.

Yürüdü. Ve karşısına büyükçe bir oyuk çıktı. Oyuğun içinde bir sanduka yada bir taş kutu vardı. Üzeri kapalı değildi. İçinde kemik yoktu. Hiçbir şey yoktu. Ama sanki bir şey yeni alınmış gibiydi. Kum izleri, el izleri… Yakın geçmiş… Çok yakın.

“Demek Barbanas buradaydı. Demek o kutsal metin buradaydı. Demek biri aldı.”

Arif’in içi çöktü. O kadar yolu boşuna mı gelmişti? Hayır. Hiçbir şey boşuna değildir. Her boşluk bile bir öğretidir.

Kutuya daha yakından baktığında, kenarında kazılı bir cümle gördü. Latince. Ama okunuşu yumuşaktı:

“In ossibus veritas manet.”

“Hakikat kemiklerin içinde kalır.”

Bu cümlenin soğukluğu bütün dehlizi kuşattı. Evet, gerçekten de bu yer bir kemik mahzeni değildi. Bir hafıza odasıydı. Bir suç arşivi. Bir kutsal metnin kefeni. Bir sessizlik mezarı.

Arif çevresine bakarken kandilin ışığı bir anda sönmeye yüz tuttu. Rüzgâr değmemişti. Dehlizde hava yok gibiydi. O hâlde neydi bu titreme? Kandili sıkıca tuttu. Parmakları alevden bile daha sıcak kesiliyordu. “Korkma” dedi kendine. Ama korkuyordu. İnsan kendine yalan söyleyebilir, ama damarlarına değil.

Bir adım daha attığında, ayağı bir şeye takıldı. Eğildi. Bir kol kemiğiydi. Ama kemiğin ucunda bir şey vardı: Küçük bir metal mühür. Mührün üzerinde bir harf: B

Barbanas mı? Başka biri mi? “Belki de hepimiz B harfiyle başlarız” diye düşündü. Başlangıç. Bitiş. Boşluk.

Mührü eline aldığında, dehlizin içindeki hava aniden değişti. Sesler geldi. İnlemeler. Dua mırıltıları. Birinin fısıltısı. Bir kapının kapanışı. Zırhların sürtünmesi. Bir çocuğun ağlaması. Bir keşişin son nefesi. Bir azizin titrek duası. Kulağına mı geliyordu bunlar, yoksa zihnine mi? Belki de her ses aynı kapıya çıkıyordu.

Bir anda duvarlardaki kemikler daha net göründü. Sanki aralarından biri elini uzatacakmış gibi oldu. Arif istemsiz geri çekildi. Kandili yüksek kaldırdı. Işık büyüdü. Işık büyüyünce gölgeler de büyüdü. Ve gölgelerin arasında bir siluet belirdi: Uzun boylu, kapüşonlu, siyah giyimli biri. Bir tasvir? Bir hayal? Bir hatıra? Yoksa biri gerçekten orada mıydı? Siluet hareket etmedi. Arif de edemedi. İki gölge birbirine bakakaldı. Belki gözleri yoktu. Belki yüzyıllardır görmedikleri ışığa şaşırmışlardı. Belki insanın kendi karanlığı bazen karşısına şekil olup dikilirdi.

Birden siluet kayboldu. Işık titredi. Kandilin yağı azaldı.

Zaman daraldı.

Arif, dehlizin sonuna doğru yürüdü. Bir kapı daha vardı. Taş bir kapı. Üzerinde simgeler: Göz, hilal, haç, kuş, asma yaprağı. Semboller birbirine karışmıştı. İnançlar, diller, günahlar, umutlar… Hepsi bir mozaiğin parçalarıydı. Belki Barbanas İncili de bu mozaik gibi çok katmanlıydı. Belki bu kitap, bir dinin değil, insanlığın yarasını anlatıyordu.

Kapıya dokunduğunda taş sıcaktı. Bu doğal değildi. Taş soğuk olur. Her zaman. Peki bu sıcaklık nereden geliyordu? “İçeride biri mi var?”

Kapı oynadı. Hafifçe. Bir nefes gibi.

O anda yukarıdan bir gürültü geldi. Kapak kapanmış gibiydi. Biri merdivenleri kapatmış, çıkışı mühürlemişti. Dehliz karardı. Kandil son kez alevlendi, sonra bir çizgi gibi sönüp gitti.

Karanlık çökünce nefesler bile görünmezleşti. “Burada olmak istemiyorum” dedi içinden. Ama artık çok geçti. Dehliz, onu yutmuştu.

Ve o an, karanlığın içinden bir cümle geldi. Tiz bir ses. İnsan sesi değildi. Belki rüzgâr, belki hatıra, belki bir ruh:

“Gerçek, karanlığın içinden doğar. Korkma.”

Arif titredi. Ama bir adım attı. Çünkü hakikat bazen kemiklerle döşeli bir yol ister. Ve bu yol geri dönülmezdi.

Dehliz nefes aldı. Arif nefes verdi.

Karanlık hareket etti.

Ve hikâye, en keskin sayfasını açmaya başladı.

Önceki sayfa 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33Sonraki sayfa

Alper Murat Kirpik 

Alper Murat Kirpik
(d. 1994, HatayTürkiye), Türk yazar, içerik üreticisi, AI Prodüktör.Alper Murat Kirpik, 1994 yılında Hatay’ın Antakya ilçesinde doğdu. Baba tarafından aslen Kahramanmaraş’dır. Eğitim hayatını Kilis 7 Aralık Üniversitesi ve Muş Alparslan Üniversitesi’nde Okul Öncesi Öğretmenliği lisans programlarını tamamlayarak sürdürdü. Mezuniyetinin ardından öğretmenlik yapmış aynı zamanda çeşitli medya ve yaratıcı projelerde yer almıştır. Vine, Instagram, Youtube gibi bir çok uygulamada mizah içerikleri üretti.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu