Kitabımı Oku “ABIHAYAT”
ALPER MURAT KİRPİK
1. Bölüm– Camdan Hayatlar
(2025, NEW YORK–TOKYO | Plaza Hayatı)
Camdan bir gökyüzü vardı bugün.
Bulutlar bile şeffaftı.
Sanki Tanrı, bu şehri unutmamak için üzerine devasa bir akvaryum örtmüştü; insanlar içinde yüzüyor, nefes alıyor, ama kimse suyun farkında değildi.
Ben farkındaydım.
Çünkü boğuluyordum.
Sabah, otuz yedinci kattaki evimin penceresinden baktığımda New York bana bakmıyordu. O bana sırtını dönmüştü. Şehirlerle insanlar arasındaki ilişki de böyledir zaten: Bir gün seni besler, ertesi gün seni yok sayar. Camın arkasında yüzlerce başka cam; her birinde başka bir hayatın yansıması… Bir camda bir kadın dişlerini fırçalıyor, ötekinde bir adam kravatını bağlıyor, bir diğerinde ise bir çocuk, okula gitmemek için annesinin eteğine tutunuyordu. Hepsi aynı karede, hepsi ayrı
yalnızlıklarda. Ben kravatımı bağlarken, boynumda bir ipin gezindiğini hissettim.
Adı: zaman.
Aşağıda sokaklar kaynıyordu. Sarı taksiler, metalik bir balık sürüsü gibi caddelerden akıyor, insanlar ışıkların arasında gidip geliyor, kimse kimseye değmeden yaşıyordu. Bir şehirde milyonlarca kalp atar da kimse kimsenin kalbini duymaz mı? Duymaz. Çünkü gürültü vardır. Çünkü hız vardır. Çünkü insan artık kalbini değil takvimini dinler.
Dışarı çıktım. Asansör aşağıya doğru inerken kulaklarımın içinde bir basınç, göğsümün içinde bir ağırlık… Katlar indikçe hayat da inceliyordu sanki. Yukarıda düş kurulur, aşağıda gerçek. Yukarıda umut serbesttir, aşağıda borçlar.
Plazanın kapısı açıldı.
Camdan yapılmış bir tapınağın içindeydim.
İnsanlar, ellerinde kahveler, yüzlerinde yapay tebessümler, omuzlarında görünmez tabutlar taşıyorlardı. Herkes bir yere yetişiyordu ama kimse nereye gittiğini bilmiyordu. Kartlar okutuldu. Turnikeler açıldı. Birer birer içeri girdik. Bir metalin bizi tanıması için, kalbimizi tanıması gerekmiyordu. Parmak izi yeterliydi. Göz taraması yeterliydi. İnsan ruhu, artık güvenlik protokolüne dahil değildi.
Ben de kartımı okuttum.
Kapı açıldı.
Bir ömür daha içeri girdi.
Ofisim yukarıdaydı. Her zamanki gibi ışıklar parlak, masalar tertipli, insanlar düzenliydi. Düzen… İnsan boğulurken de düzen ister. Dağınık bir batış istemez. Benim masam da düzenliydi. Kalemlerim hizalı, monitörlerim temiz, vicdanım da sanki temizmiş gibi duruyordu. Ama içimde bir yerde, bölgesi saptanamayan bir kanama vardı.
Bilgisayarımı açtım. Ekrana yansıyan yüzüm, bana benzemiyordu. Gözlerim daha yorgun, alnım daha dar, dudaklarım daha suskundu. Kendime bakarken tanımadığım birine bakıyor gibiydim. Belki de insan, kendini en çok aynaya bakarken kaybeder.
Dosyalar açıldı. Veriler aktı. Beyin haritaları, sinir ağları, bilinç simülasyonları… Rakamlar, grafikler, renkler… Hepsi bir şeyi söylüyordu ama söylediği şey insan dili değildi. Onlar ölümden bahsetmezdi. Sadece “son” derdi. Sadece “çöküş” derdi. Sadece “işlev kaybı” derdi. Oysa ben “veda”yı biliyordum. Ben “gidiyorum” cümlesini biliyordum. Ben, ölümün istatistik değil, bir eşik olduğunu biliyordum.
Ve yine de onu kandırabileceğimi sanıyordum.
“Eternal Mind” dosyasını açtım.
Adı bile kibirliydi.
Ebedî Akıl…
Bir insanın, kalbine bıçak saplandığında kan yerine veri akacağına inanması gibi bir şeydi bu. Hafızayı yüklersin, bilinci saklarsın, anıları kopyalarsın; peki ya korkular? Peki ya suçluluk? Peki ya pişmanlık? Peki ya “keşke”? Onlar hangi klasöre sığar?
Zeynep’in MR görüntüleri ekranın bir köşesinde açık kaldı. Siyah-beyaz bir evren. Beynin içinde bir karanlık ada. Adı konmuş bir düşman: glioblastoma. İsmini bilmek onu küçültmüyordu. Sadece korkuyu daha teknik yapıyordu.
Altı ay.
Bir insan için altı ay neydi? Bir çorbanın soğuma süresi kadar kısa. Bir çocuğun büyümesi için ise sonsuz. Bir vedanın hazırlanması için uzun, bir kurtuluş için ise utanç verici derecede kısa.
Monitöre baktım, sonra cam duvara.
Camdan dışarı bakınca dünya bir akvaryum gibiydi. İçindeydim ve nefes alıyordum ama suyun soğukluğu kemiklerime işliyordu. Dışardaki insanlar bana çok uzaktı. Aynı şehirde, aynı saatte, aynı ışığın altında ama başka bir evrende yaşıyor gibiydiler.
“Sen kimsin?” diye sordum içimden.
“Bir bilim insanı mı, bir kurtarıcı mı, yoksa sadece korkak bir adam mı?”
Cevap gelmedi. İçimdeki sessizlik bazen dışarıdaki gürültüden daha yüksek sesle bağırırdı.
Öğle vakti Tokyo’dan bir bağlantı geldi. Ekranda Takeda’nın yüzü belirdi. Her zamanki gibi sakin, her zamanki gibi mesafeli. Japonlar duygularını saklamaz, şifreler. Okumayı bilmeyen için onlar da suskundur.
—Zaman daralıyor, dedi.
Sanki zaman bir torbaydı da ağzını büzüyorduk.
Başımı salladım. Söyleyecek bir şeyim yoktu. Çünkü bazı şeyler hakkında konuşmak, onları kurtarmaz. Sadece seslerini gün ışığına çıkarır.
Akşam, şehir karardı. Ama plazanın içi aydınlık kaldı. Burada gece olmazdı. Burada sadece saat değişirdi. İnsanlar evlerine dağılır gibi değil, kabuklarına çekilir gibi gittiler. Ben geride kalanlardan oldum. Çünkü hayatta kalmak için değil, birini hayatta tutmak için çalışıyordum.
Gece ilerledi.
Ve ben, uçak seslerini duydum artık.
Bir valiz kadar ağırlığım vardı.
Bir insan kadar yorgundum.
—
Tokyo.
Neonlar gökyüzünü deliyordu. Sanki yıldızlar kovulmuş, yerine insanlar kendi yapay takılarını asmıştı. Kapsül otelin önünde durduğumda, içimde bir yerde, çocukken girdiğim tabutluk korkusu uyandı. Küçük bir kutuda uyumak, büyük bir
boşlukta kaybolmaktan daha kolaydı belki de.
Kapsülüm açıldı. İçine girdim. Kapak kapandı. Bir insanın kabuğuna girer gibi, bir makinenin midesine düşer gibi…
Tavandaki küçük ekran yandı. Reklamlar akmaya başladı. Daha iyi uyu, daha hızlı uyan, daha az hisset, daha çok tüket…
Gözlerimi kapadım.
Ama uykunun gelmesi için insanın içinde biraz huzur olması gerekir.
Bende huzur değil, yankı vardı.
Annemin sesi yankılandı derinlerden:
“Her gece dua et, oğlum.”
Babamın suskunluğu çınladı:
O hiç konuşmazdı, ama omuzlarındaki yük her şeyi söylerdi.
Ve Zeynep…
Zeynep’in gülüşü bir sabah ışığı gibi düştü içime. Sonra aynı ışık bir anda söndü. Bir hayatın kararması, bir odanın kararması gibi olmuyordu. Daha derin, daha sessiz, daha acımasız bir karanlıktı bu.
“Korkuyor musun?” diye sordum kendime.
Korku, cevap vermedi.
Sadece yer değiştirdi.
Gece yarısı oldu.
Ve o an, rüya ile uyanıklık arasında bir çatlak açıldı.
Shibuya kavşağındaydım.
Binlerce insan, binlerce adım, binlerce yön… Hepsi aynı anda hareket ediyordu. Ama kimse kimseye çarpmıyordu. Sanki görünmez bir kudret, bütün bedenleri tek bir nefes gibi yönetiyordu.
Kalabalığın ortasında biri duruyordu.
Yeşil kaftanlı.
Elinde siyah bir tesbih.
Yüzü tanıdık ama bir türlü hatırlanamayan cinsten.
Yanına yaklaştım.
Yaşlı görünmüyordu. Genç de değildi. Zamana temas etmeyen yüzlerin ortak ifadesi vardı onda.
—Sen ölümü öldürmek istiyorsun, dedi.
Sesi kalabalığın sesini yuttu.
—Ölüm bir köprüdür, diye fısıldadı. Geçmek içindir, beklemek değil.
Bir şey söylemek istedim.
Boğazımdan kelimeler değil, dikenler geçti.
—Ben geçmesine izin vermeyeceğim, dedim.
Gözlerime baktı.
Bakmadı aslında. İçimden geçti.
—O zaman sen de bekleyeceksin, dedi. Bekleyenler, ölenlerden daha uzun acı çeker.
Tesbih döndü.
Bir tanesi düştü gibi oldu.
Ve ben uyandım.
Kapsülün tavanında kendi yansımam vardı. Ter içindeydim. Kalbim, sanki göğüs kafesimi kırarak dışarı çıkmak istiyordu. Boynumda annemden kalan tesbihi buldum. Elim titreyerek bir tanesine dokundu.
“Lâ…” dedim.
Kelime boğazımda asılı kaldı.
Devamını getiremedim.
—
Sabah Tokyo’da yağmur yağıyordu. İnce, usul, inatçı bir yağmur… Sanki gökyüzü, yavaş yavaş ağlamayı öğrenmişti. Şemsiyemi açmadım. Islanmak istedim. İçimde biriken tuzu dışarı akıtmak ister gibi.
Havalimanında yüzlerce insan vardı. Yüzlerce hikâye. Hepsi bir yerlere gidiyor, bir şeylere yetişiyor, bir şeylerden kaçıyordu. Ben kaçmıyordum. Ben, kalbimin içine doğru yürüyordum. Uçakta, pencere kenarına oturdum. Bulutların üzerine çıkarken şehirler küçüldü. İnsanlar nokta oldu. Dertler bir süreliğine sessizleşti. Göklerin üzerinde, ne plazanın ışığı vardı ne kapsülün tavanı. Sadece boşluk… Ve o boşlukta asılı kalan bir soru:
“Bir insan, sevdiğini kurtarmak için ne kadar Tanrı olur?”
Cevap gelmedi. Çünkü bazı sorular, cevap için değil, yanmak için sorulur.
New York’a döndüğümde hava kapalıydı. Sonbahar, yaprakları birer birer koparıyordu ağaçlardan. Sanki şehir yavaş yavaş soyunuyordu. Ya da hazırlanıyordu. Belli değildi. Mevsimler de bazen hangi tarafta olduklarını unuturlar.
Plazaya girdim yine. Cam kapılar açıldı. Aynı yüzler, aynı ışıklar, aynı kart sesleri. Hayat kaldığı yerden devam ediyor gibiydi. Oysa benim içimde bir yer, çoktan bitmişti.
Masama oturdum.
Ve ilk kez şunu düşündüm:
“Ya ben onu kurtaramazsam?
Ya bütün bu uğraş, sadece kendimi kandırmaksa?
Ya ölüm, gerçekten de geçilmesi gereken bir köprü ise ve ben köprüyü yıkmaya çalışıyorsam?”
Elim, farkında olmadan boynumdaki tesbihe gitti. Bir tanesini, sonra bir tanesini daha çevirdim. Ama kelimeler gelmedi. Dilim, kalbime uymadı. Kalbim, yüreğime yanaşmadı.
Dışarıda yağmur başladı.
Camdan damlalar süzüldü.
Her biri başka bir ağırlıkta.
Her biri başka bir hatırada durakladı.
Biz insanlar da camdanız aslında.
Şeffaf görünüp içinde binlerce çatlak taşıyan varlıklarız. Bir bakışta anlaşılmaz kırıklarımız. Ama üzerine bir taş atıldığında, tuzla buz oluruz.
Zeynep’in yüzünü düşündüm.
Gülümsediği anı.
Gözlerimin içine bakarken sustuğu anı.
Bazen bir insan, konuşmadan öyle şeyler söyler ki, hayat boyu susarsın.
Telefonum titredi. Hastaneden gelen bir mesaj.
“Kritik değerlerde dalgalanma var.”
Cümle çok kısaydı.
Ama içimde bir çağ açtı.
Sandalyeye yaslandım. Plazanın tavanına baktım. O kadar yüksekti ki, Tanrı bile burada yankı yaparak konuşurdu belki. Ama konuşmadı.
“Ne olur,” dedim içimden, “Bana bir işaret ver.”
Gök gürledi.
Ama gürültü, her zaman cevap değildir.
O an anladım:
Ben camdan bir hayatın içindeydim. Sarsıldıkça çatlayan, ışık aldıkça daha çok kırılan bir hayat. Görünen her şey sağlam, dokunulan her şey keskin…
Ve uzak bir yerde, bir zamanın başka bir kıyısında, belki de bir yeniçeri, başka bir kadının ateşi başında aynı korkuyla bekliyordu.
Ben burada, gökdelenlerin arasında Tanrı’yı ararken, o belki karanlık bir dehlizde bir kitabın sayfalarında ölümü arıyordu.
Zaman, bazen aynıdır.
Sadece kostümü değişir.
Ve ben, bu camdan çağın içinde, ilk kez şunu hissettim:
Bir şey kırılmak üzereydi.
Ve o şey, sadece Zeynep’in bedeni değildi.
Benim inandığım her şeydi.
Camlar çatladı.
Ama henüz kimse sesini duymadı.





