8. Bölüm– Mihrabın Altındaki Sır
(BURSA, 1500’LER | Barbanas İncilinin İzinde)
Rüzgâr, Bursa’nın üzerine çökmüş kış sisini ağır ağır taşırken, Ulu Cami’nin kubbeleri birer sessizlik çanağı gibi gökyüzüne açılıyor, içlerinde biriken duaları görünmez bir ırmak gibi semaya salıyordu. Şehrin taş sokaklarına sinmiş soğuk, insanın iliklerine işleyen bir tövbe duygusu taşırdı; sanki her adım, her nefes, her gölge, yüzyıllardır burada bekleyen bir ağırlığı hatırlatmak için vardı. Bu şehrin vakti, başka şehirlerin vakti gibi işlemezdi: burada her şey biraz daha yavaş, biraz daha derin, biraz daha eskiydi. Sanki duvarlar bile insanın kulağına eğilip “burada hiçbir şey kaybolmaz, burada hiçbir sır tamamen gömülmez” derdi.
Henüz güneş doğmamıştı. Şehrin üzerinde, karanlığın son katmanı hâlâ ince bir perde gibi asılı duruyordu ve bu perdenin ardında, görünmeyen bir el, görünmeyen bir hikâyeyi yazmaya hazırlanıyordu. İşte tam bu vakitte, mihrabın derin gölgesine düşen bir adam yürüyordu. Yavaş, titrek, sanki her adımı bir suçun ağırlığını taşıyor gibi.
Adı Demir Efendi idi. Bursa’nın en büyük hattatı, en suskun adamı, en çok sırrı bileni. Fakat bugün taşıdığı sır, kendi kalbinin bile kaldırmakta zorlandığı bir yük hâline gelmişti. Mihraba yaklaşırken, elindeki kandilin ateşi hafifçe titredi; rüzgâr mı yapmıştı, yoksa kalbindeki tereddüt mü ateşi ürkütmüştü, ayırt edemedi. Kandilin titrek ışığı, mihrabın mermer yüzeyine yansıdı. Sanki mermer değil, uyuyan bir göl gibiydi orası.
Ve o gölün altında…
Evet, orada bir şey vardı.
Beş yüz yıldır kimsenin adını söylemeye cesaret edemediği
bir şey.
Barbanas İncili’nin bir bölümü.
Kayıp, saklı, mühürlü.
Demir Efendi’nin nefesi buhar olup havaya karıştı. Buhar yükseldi, dağıldı, yok oldu. Sanki kendi hayatı da aynı buhar
gibi görünmez olmaya mahkûmdu. “Ne arıyorum ben?” diye düşündü bir an. “Ve neden arıyorum? Merak için mi? İnanç için mi? Yoksa kendimden kaçmak için mi?”
Saçlarının arasına birkaç beyaz tel düşeli epey olmuştu. Bir zamanlar gençti. Bir zamanlar hat için eğilmiş dizleri, günahları için eğilirdi. Şimdi ise günahları dizine değil, omzuna çökmüş gibiydi. Mihrabın mermerine parmaklarını sürdü. Kuru, soğuk, hareketsiz bir taş. Ama Demir, taşın altında bir ateş yattığını hissediyordu. Ateş olmayan bir şey bu kadar sessiz olamazdı.
Derin bir nefes aldı.
Mihrabın dibindeki dar oyuktan küçük bir kutu çekti.
Kutu eskiydi.
Etrafı deriyle kaplıydı ve derinin üzerinde Aramice harfler vardı.
Bunları ilk gördüğünde anlamamıştı; şimdi ise anlamak istemiyordu.
“Bismillah…” diye mırıldandı.
Sesinin bu karanlıkta biraz fazla yüksek çıktığını hissedip ürperdi.
Kutuyu açtı.
İçinden bir kâğıt çıktı. Sararmış, kırılmış, zamanın dişleri tarafından kemirilmiş. Kâğıtta üç kelime vardı. Üç kelime, üç yara gibi.
“Mihrabın altına in.”
Demir Efendi kâğıdı elinde tutarken elleri titredi, çünkü bu kelimeleri kimin yazmış olduğunu biliyordu. Bursa’nın karanlık hafızasında bir isim vardı: Barbanas. Yahudi bir bilge, İsa’dan dört nesil sonra yaşadığı söylenen bir gezgin, bir münzevi, bir kaçak. Onun hikâyesi Bursa’ya bir gölge gibi gelmişti; kimse sesli söylemezdi ama herkes bilirdi: Şehrin altında bir yerlerde, onun sakladığı bir sır vardı.
Demir, uzun bir an boyunca nefes almayı unuttu. Kandilin ışığı yüzüne vuruyor, karanlık gölgeleri gözlerinin altına çekiyor, onu olduğundan daha yorgun, daha bitik, daha kırılmış gösteriyordu.
“Mihrabın altına in…” diye tekrarladı kendi kendine.
Bu cümle, beyninin kıvrımlarına bir kanca gibi takıldı.
İnip de ne görecekti?
Bir kitap sayfası mı?
Bir kader mi?
Yoksa kendi karanlığı mı?
Mihrabın yanındaki taş levhayı kaldırdı. Yıllar önce, hocası kendisine bu taşın ardında dar bir tünel olduğunu söylemişti ama “Kimse oraya girmez, girmesin” diye de eklemişti. Belki de bu uyarı yüzünden, insan zihninin merak damarları tam da böyle yasak bölgelerde atmaya başlardı.
Taşı kaldırınca altındaki karanlık, bir nefes gibi yüzüne vurdu.
Kandili tünele doğru eğdi.
Aşağıya inen dar taş merdivenler…
Nem…
Soğuk…
Toprağın gömülü sırlarla dolu kokusu…
Ve derinlerden gelen hafif bir uğultu.
Sanki yerin altında birisi dua ediyor, ağlıyor veya fısıldıyordu.
Demir bir an durdu.
“Belki de geri dönmeliyim.”
“Belki de bazı sırlar, sır olarak kalmalıdır.”
“Belki de hakikati aramak, insanı hakikatsiz bırakır.”
Fakat durmadı.
İrade bazen insanın en büyük düşmanı olurdu; çünkü o an, bir anlığına susar ve iblisin sesini kendi sesi sanırdı.
Adım attı.
Bir adım daha.
Bir adım daha.
Merdivenler bitince geniş bir oda açıldı karşısına.
Oda değil aslında, yeraltı karanlığının yuttuğu bir anı odası.
Bir zamanlar birileri burada yaşamış olmalıydı. Belli belirsiz raf izleri, kırık çömlekler, duvarlarda eski bir yazının gölgeleri…
Ve odanın tam ortasında, bir masa.
Masada bir el yazması.
Yüzeyi çatlamış, kenarları yırtılmış, ama hâlâ canlı bir kalpgibi duran bir el yazması.
Barbanas İncili’nin eksik bölümü.
Demir yaklaşırken kalbi göğsünden kopacakmış gibi çarpıyordu. Kandilin ışığı titredi; odanın içi, ruhu olan bir karanlık gibi kıpırdadı. ‘Karanlık canlı olabilir mi?’ diye düşündü bir an.
Olabilirdi. Çünkü insanın içindeki karanlık canlıydı. Büyürdü. Yutardı. Karşısına kendi suretini çıkarırdı.
Masanın üzerindeki yazmaya elini uzattı.
Dokundu.
Sanki sıcak bir şeydi.
Sanki kâğıt değil, canlı bir deri…
Sanki birisi nefes alıyor orada.
El yazmasını açtığı anda odanın içindeki hava ağırlaştı.
Kandilin ışığı bir anlığına boğuldu.
Karanlık, duvarlardan çekilen bir çığlık gibi sarsıldı.
Metin Aramiceydi.
Ama tuhaf olan şuydu:
Demir okurken kelimeleri “anımsıyor” gibiydi.
Sanki daha önce görmüştü.
Belki de insan bazı hakikatleri, doğmadan önce bile hatırlardı.
Metinde şöyle yazıyordu:
“Allah’ın nefesi, her çağda bir kapı açar.
Kapının bekçileri insanlar değildir.
Zamanın altında bir sır taşınır; sır gömülür, bekler, kokar, çürür, yeniden doğar.
İnsan, aradığını bulduğunda değil, bulamayacağını anladığında özgürleşir.”
Demir’in içi ürperdi.
Bu sözler…
Bu sözler kendisine yazılmış gibiydi.
Bir sonraki satırda bir işaret vardı.
Üçgen. İçinde göz.
Ve altında tek bir cümle:
“Mihrabın altındaki ışık, karanlığı saklar.”
Bu cümleyi okur okumaz odanın içindeki hava tamamen değişti. Bir uğultu yükseldi. Fısıltılar… Belirsiz adımlar… Sanki
odanın içi görünmeyen varlıklarla dolmuştu. Melekler mi? Cinler mi? Yoksa insanın kendi korkuları mı?
Demir geriye adım attı.
Kalbi daralıyordu.
Nefesi hızlıydı.
Bu kelimeler onu çağırmıyor, uyarıyordu sanki.
Tam o anda arkasında bir ayak sesi duydu.
Döndü.
Kimse yoktu.
“Kim var orada?” diye fısıldadı.
Fısıltı geri geldi:
“Sen…”
Demir’in dizleri titredi.
Odanın içindeki karanlık giderek daha yoğun, daha baskıcı, daha canlı bir hâl alıyordu.
Birden duvarlardan biri çözüldü.
Çökmedi; çözündü.
Sanki taş değil, bir perdeymiş gibi.
Arkasından ince bir ışık sızdı.
Sarı, soluk, hasta bir ışık.
Demir ışığa doğru yaklaştı.
Ve orada…
Mihrabın altındaki gerçek “sır” oradaydı.
Duvarın ardında küçük bir oda vardı.
Odanın ortasında bir lahit.
Lahitin üzerinde Aramice bir dua:
“Günah affedilmez, sadece dönüştürülür.”
Demir’in nefesi kesildi.
Lahit açıldı.
Kendi kendine.
İçinden bir ayna çıktı.
Eski, paslı, kırık kenarlı bir ayna.
Ama yüzeyinde yansıma yoktu.
Demir aynaya baktı.
Kendi yüzünü göremedi.
Hiçbir şey…
Yansımayan bir hayat…
Sanki ruhu bile görünmüyordu.
Ve aynanın yüzeyinde bir yazı belirdi:
“Kendini saklayarak hakikati bulamazsın.”
Demir geri çekildi.
Kalbi fırtınaya dönmüştü.
Aynanın yüzeyinden bir ışık yükseldi.
Işık sesi vardı.
Evet, ışık konuşuyordu.
“Beni neden arıyorsun, ey insan?
Kendi karanlığından kaçıp benim ışığımı mı istiyorsun?
Işık, karanlığı örten bir perde değildir.
Işık, karanlığı ortaya çıkarır.”
Demir dizlerinin üzerine çöktü.
Gözlerinden yaşlar aktı.
Ağladığını fark etmedi bile.
“Ben… sadece anlamak istiyorum…” dedi.
Işık cevap verdi:
“Anlamak isteyen, önce yanmalıdır.”
Birden bütün oda karardı.
Ayna çatladı.
Çatlar büyüdü, büyüdü, tavana kadar ulaştı.
Yer sarsıldı.
Kandil söndü.
Karanlık büyüdü.
Demir bağırdı.
Bağırışı duvarlara çarpıp kendi kendine geri döndü.
Sanki karanlık onun sesini bile geri kabul etmiyordu.
Ve tam o anda…
Bir el, kolunu tuttu.
Soğuk, ama güçlü bir el.
Demir başını kaldırdı.
Karşısında bir adam duruyordu.
Simsiyah bir cübbe, soluk bir yüz, gözleri gece kadar derin.
Kimdi bu?
Cin mi?
Melek mi?
Yoksa bir insan mı?
Adam konuştu:
“Aradığın kitap değil.
Aradığın sensin.”
Demir titredi.
“Sen… kimsin?”
Adam cevap vermedi.
Yalnızca parmağıyla lahiti işaret etti.
Lahitin içinde, kırık aynanın altında bir parşömen daha vardı.
Demir parşömeni aldı.
Üzerinde tek bir cümle yazıyordu:
“Sır, kitapta değil; kitabı arayan kalptedir.”
Demir o anda her şeyin anlamını bir anlığına hissetti.
Hakikati değil belki, ama hakikatin kokusunu…
Kokusu bile insanı sarhoş etmeye yeterdi.
Fakat sahne birden çözüldü.
Adam kayboldu.
Oda karardı.
Yeraltı tüneli sanki nefes aldı.
Demir koşarak yukarı çıkmaya başladı.
Kesik kesik nefeslerle merdivenleri tırmandı.
Mihrabın taşını itti.
Dışarı çıktığında sabah ezanı henüz duyulmaya başlamıştı.
Müezzinin sesi, yeraltından getirdiği karanlığı yarıp içini aydınlattı.
Gökyüzü griydi.
Kuşlar uyanıyordu.
Demir caminin ortasında uzun süre nefes alamadı.
Göğsünü bastıran ağırlık bir günaha benziyordu.
Ama belki de bir mucizeydi.
Kimin ayırabileceğini kim söyleyebilirdi?
Gözlerini kapadı.
Zihninde o karanlık ses hâlâ yankılanıyordu:
“Işık, karanlığı ortaya çıkarır.”
Demir biliyordu:
Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Ne kendisi.
Ne kalbi.
Ne aradığı kitap.
Ne de Bursa’nın derin sessizliği.
Ogün, mihrabın altında bir sır bulmamıştı.
Hayır.
Sır onu bulmuştu.
Ve hakikat, her zamanki gibi, hiç kimsenin bilmesini istemediği kadar ağırdı.





