25. Bölüm– Şeytanın Arş Yolundaki Oyunu
( ZAMANINÖTESİNDE | Zikir Ehli, Cinler, Melekler )
Zaman burada akmıyordu. Zaman, ancak hatırlanana uğrardı. Hatırlanmayan yerlerde ne saat vardı ne yön. Arş’a yaklaşan her varlık, önce zamandan soyunur, sonra niyetten sınanırdı. Çünkü Arş, yaratılmışların mekânı değil; yönelmişlerin menziliydi. Oraya ulaşmak, yükselmekle değil, eksilmekle mümkündü.
Zikir Ehli bu yolu bilirdi. Bilmek dediysek, kelimelerle değil. Onların bilgisi, deride taşınan bir hafıza gibi, kalpte kazınmıştı. Her nefesleri bir kelimeye bağlıydı ama kelimenin kendisi değildi asıl olan. Asıl olan, kelimeyle girilen haldi. Zikir, ses değildi. Zikir, yön değiştirmekti. İnsan, kendinden Hakk’a doğru döndüğünde; melekler onunla aynı hizaya gelir, cinler onun çevresinde fısıltıya kesilirdi.
Ve işte tam o eşikte, Şeytan beklerdi.
Şeytan burada boynuzlu, siyah veya korkunç değildi. Burada Şeytan, çok tanıdıktı. Ses tonu güven verirdi. Kelimeleri düzgündü. Ayet bilirdi. İsim söylerdi. Hatta bazı anlar, senin senden daha farkında gibi konuşurdu. Çünkü onun oyunu, korkutmak değil; benzemekti. Hak yolunun kıyısına çardak kurar, içeri girmeden manzaranın sahibi gibi davranırdı.
Zikir Ehli, bir halkaydı. Çember değil; halka. Çünkü çember kapanır, halka açılırdı. Onlar bir kelimenin etrafında dönme izlerdi; kelime onların içinden geçerdi. “Allah” dediklerinde sesleri yükselmezdi. Yükselen şey, benlikten kalan son tortuydu. Her “Allah” bir soyunmaydı. Bir “ben” bırakılırdı geride. İşte Şeytan tam burada devreye girerdi.
“Farkındasın değil mi?” derdi.
“Sen ileridesin.”
“Diğerlerinden farklı hissediyorsun.”
Bu sözler küfür değildi. Günah değildi. Hatta doğru gibiydi. Ama işte tam bu doğruluk, en tehlikelisiydi. Çünkü Şeytan, yanlışı açık açık sunmazdı; yarım hakikati tamam sanmanı isterdi. Zikir Ehli’nden biri kalbinde hafif bir yükselme hissetti mi, Şeytan onun kulağına secde eden melekten önce eğilirdi.
Cinler bu oyunu izlerdi. Cinler aceleciydi. Onlar duyardı ama bekleyemezdi. Zikr’in tadını alır ama sakinleşemezlerdi. Bu yüzden çoğu, yolun başında dağılırdı. Bazıları ise Şeytan’ın tarafına geçmez, sadece şaşırıp kalırdı. Çünkü cinler için Arş, bir sır değil; bir yükseklik algısıydı. Yüksek olan her şey onlara cazip gelirdi. Oysa melekler, yüksekliğe değil, vazifeye bakardı.
Melekler konuşmazdı. Onların silahı sessizlikti. Bir kul, zikriyle kendini yok etmeye başladığında, melek ona yaklaşır ve dokunmadan desteklerdi. Ne alkışlar, ne övgü, ne işaret… Çünkü Arş yolunda teşvik edilmek bile bir sapmaydı. Meleklerin suskunluğu, kulun güvenliğiydi.
Şeytan bunu bilirdi.
Bu yüzden oyununu büyük oynardı.
Bir zikreden kulun kalbine şu düşünceyi atardı:
“Bu kadarını herkes yapamaz.”
Kul bu düşünceyi reddetmezse, zikri sürse bile artık yükselmezdi. Çünkü yol, yukarı değil; içeriydi. Ve içeri girerken aynalar kırılmalıydı. Şeytan, bu aynaları süslerdi.
Arş’a çıkan yol, çizgisel değildi. Dairesel hiç değildi. O yol, her kul için aynı yere çıkar ama başka yerlerden geçerdi. Birinin imtihanı korkuydu, diğerinin bilgiydi. Kimi susarak sınanırdı, kimi konuşarak. Şeytan herkese aynı yüzü göstermezdi.
Herkese kendi zayıflığını maske yapardı.
Zikir Ehli’nden biri vardı; adı söylenmezdi. Çünkü isim, bu kapıda yük olurdu. O, yıllarca zikretmişti. Gözyaşı dökmüş, secdede kalmış, gecelerle dost olmuştu. Bir gün kalbinde bir ferahlık hissetti. Artık zikir ağır gelmiyordu. Tatlıydı. İşte o an Şeytan yaklaştı.
“Demek ki oldun,” dedi.
O cümle, bir bıçak gibiydi. Kul bu kelimeyi fark etmedi. Çünkü bu kelime görünmezdi. Ama sonuçları ağırdı. Zikir devam etti, ama artık bir şey gerçekleşmiyordu. Kapı açılmıyordu. Kul şaşırdı. Daha çok zikretti. Daha çok içine kapandı.Ve fark etmeden, merkeze kendini koydu. Oysa yol boyunca öğretilen tek şey şuydu: Merkezde sen olursan, hiçbir kapı açılmaz.
Şeytanın Arş yolundaki en büyük oyunu şudur:
Kulu ibadetten koparmak değil, ibadeti kulun etrafında döndürmek.
Ne açık günah vardır bu oyunda, ne isyan. Sadece yön kayması vardır. Niyet taşı yerinden oynar. Kimse fark etmez. Hatta kul kendini daha dindar zanneder. Ama o artık Arş’a değil, kendi gölgesine doğru yürümektedir.
Melekler burada geri çekilir. Çünkü melek, kulun niyeti bozulmadan müdahale edemez. Onlar zorla düzeltmez. Onlar sadece hazır bekler. Hatırlanmayı beklerler. Bir kul gerçekten “Ben bilmiyorum” dediğinde, melekler bir anda yakınlaşır.
Cinler fısıldaşır:
“Bu yol zor.”
“Bu yük ağır.”
“Sen zaten yaklaştın.”
Cinlerin fısıltısı, Şeytan’ın cümleleriyle birleştiğinde, zikir sessizce şekil değiştirir. Zikir hâl olmaktan çıkar, ritüele dönüşür. Ve ritüel, Arş’a ulaşmaz. Ritüel sadece tekrar eder.
Arş’a giden yolun son kapısında yazı yoktur. İşaret yoktur.
Orada tek soru vardır; sorulmaz ama hissedilir:
“Sen kimsin?”
Bu soruya bilgiyle cevap verilmez. İsimle verilmez. Amelle bile verilmez. Bu soruya ancak yoklukla cevap verilir. Şeytan işte bu cevabı engellemeye çalışır. Çünkü Şeytan, yokluk fikrine tahammül edemez. O, var olmayı sevmişti. “Ben” demeyi seçmişti.
Ve hâlâ herkese aynı cümleyi fısıldar:
“Sen varsın.”
Zikir Ehli’nden geçenler, meleklerin sessizliğine kulak verdiğinde bu oyunu bozar.
Bir an durduklarında, bildiklerini bıraktıklarında, ağlamadıklarında da zikrettiklerinde…
İşte o zaman Şeytan geri çekilir.
Ama tamamen gitmez.
Çünkü Arş yolunda Şeytan hep vardı. O, bu yolun düşmanı değil; imtihanın parçasıydı. Allah onu kovmuş ama yok etmemişti. Çünkü bu yol, seçilmişlerin değil; direnenlerin yoluydu.
Ve zamanın ötesinde hâlâ şu mücadele sürüyordu:
Bir kelime söyleniyor.
Bir niyet kayıyor.
Bir kalp düzeliyor.
Bir oyun açığa çıkıyor.
Arş sessizdi.
Ama bu sessizlik, her şeyi görüyordu.





