20. Bölüm– Yeniçerinin Secdeyle Tanışması
(BURSA, 1500’LER | Barbanas İncilinin İzinde)
Bursa’nın sabahı, her sabah olduğu gibi erkenden uyanmamıştı o gün; sanki şehir, gece boyunca kendine anlatılan sırları sindirebilmek için biraz daha karanlıkta kalmak istemişti. Uludağ’ın eteklerinden inen serinlik, taş sokakların arasına doluyor, hanların avlularında biriken gölgeler henüz yerlerini güneşe bırakmaya direniyordu. Bu direniş, bir insanın kendi kalbine karşı koyması gibiydi: biliyordu güneşin geleceğini, ama gecenin kalışı ona bir süreliğine güvenli geliyordu. İşte yeniçeri de böyleydi. Henüz adını bile kendine ait hissetmeyen, göğsünde taşıdığı zırhın ağırlığıyla var olan, ama o ağırlığın neye hizmet ettiğini tam olarak bilmeyen bir beden. Secdeyle tanışmamış bir beden. Ve secde, tanışılmadan da insanın kapısını çalabiliyordu bazen; beklenmedik bir misafir gibi, ne selamla gelirdi ne izin isterdi.
Yeniçerinin çocukluğu yoktu neredeyse. Ya da vardı da başkasının hatırasıydı. Dilini bilmediği bir ninni, yüzünü hatırlayamadığı bir anne kokusu, yarım kalmış bir dua gibi zihninin kuytu köşelerinde titreşirdi bazen. Ama bu titreşim bir hatırlama sayılmazdı; daha çok, unutamadığını fark edememek gibiydi. Ocak, ona bir düzen verdiğinde, kalbinin düzensizliğini silmişti sanki. Kılıç tutmayı öğretmişti; beklemeyi, susmayı, emre itaat etmeyi… Ama eğilmeyi öğretmemişti. Eğilmek, onun dünyasında sadece bir taktikti; düşmanın hamlesinden kaçınmak, dar bir kapıdan geçmek, bir yükü yerden almak. Eğilmek, yön yukarıdayken anlamlıydı. Aşağıya doğru yapılan eğiliş, ancak utançla ilişkilendirilirdi. Secde ise bambaşka bir şeydi; yönsüz, iddiasız, sebepsiz bir eğiliş. İşte bu yüzden yeniçerinin ruhu, secde kelimesini bile tanımıyordu. O gün, Bursa’nın arka sokaklarından birinde, eski bir tekkenin gölgesinde durduğunda, aslında hiçbir şey aramıyordu. Arayış, bilinçli bir fiildir. Oysa bu bir sürüklenmeydi. Ayakları onu oraya getirmişti, tıpkı ruhunun onu yıllarca biriktirdiği sessizliğe getirmesi gibi. Tekkenin kapısı yarı aralıktı; içerden ne bir davet vardı ne de bir yasak. Kapı, kendisi olmayı unutmuş her eşya gibi nötr duruyordu. İşte bu nötrlük, yeniçeriyi durdurdu. Çünkü savaş alanında her şey nettir: düşman bellidir, taraflar bellidir, ölümün yönü bile bellidir çoğu zaman. Ama burada belirsizlik vardı. Ve belirsizlik, onun asıl düşmanıydı.
İçeri girdiğinde ilk fark ettiği şey ses değil, sessizlik oldu. Ama bu sessizlik, kulakları tıkayan bir yokluk değildi; aksine, duymayı zorlayan bir doluluktu. Sanki duvarların arasında bir şey sürekli konuşuyor, ama kelimeler henüz şekil almıyordu. Kandilin ışığı titriyor, gölgeler sabitlenmeyi reddediyordu. Yeniçeri, bu titremeyi bir tehlike işareti sandı önce. Eli beline gitti. Ama kılıç, burada anlamsızdı. Demirin diliyle konuşulan bir yer değildi burası. Ve işte tam o anda, yıllar sonra ilk kez, kendini eksik hissetti. Silahsız değil; anlamı olmayan biri gibi.
Zikir sesi başladığında, ne zaman başladığını anlayamadı.
Çünkü bu ses bir başlangıç yapmamıştı; sanki hep varmış da insan fark etmemişti. Tekrar eden kelimeler, yeniçerinin zihninde bir çare aramıyordu; bir delik açıyordu. Her tekrar, göğsüne vurulan görünmez bir tokmak gibiydi. “Allah” dendiğinde bir çağrı yoktu, bir emir yoktu. Sadece varlık vardı. Ve bu “varlık” kelimesi, yeniçerinin hayatında ilk defa yük olmaktan çıkıp boşluğa dönüşüyordu. Boşluk… Bir askerin en çok korktuğu şey. Boşlukta emir olmaz, boşlukta yön olmaz, boşlukta hedef olmaz. Ama boşlukta secde olurdu. Henüz bilmiyordu bunu. Sadece dizlerinin hafifçe titrediğini fark etti.
Secde bir anda olmadı. Kimse ona “eğil” demedi. Kimse “şu şekilde dur” diye eline koluna müdahale etmedi. Secde, yavaşça çöken bir akşam gibiydi; fark etmeden olurdu. Önce omuzları yükünü bıraktı. Sonra boynu, yıllardır yukarı bakmaktan ağrımış kaslarını gevşetti. Sonra dizleri… Dizlerin yere yaklaşması, onun için bir yenilgiydi sanki. Ama bu yenilgi, savaş meydanlarındaki gibi bir kayıp değildi. Bu, bir bırakıştı. Ve yeniçeri, ilk kez bırakmanın bir eksiklik değil, bir kurtuluş olabileceğini sezdi.
Alnı yere değdiğinde, dünya bir anlığına tamamen sustu. Bu sessizlik, önce korkutucu geldi. Çünkü yerde olmak, insanın savunmasız hâlidir. Ama savunmasızlık, burada tehdit altında olmak demek değildi. Tam tersine, tehdit ihtiyacının ortadan kalkmasıydı. Yeniçeri, yere değen alnında soğuğu hissetti. Taş soğuktu. Ama kalbinin içi, garip bir şekilde ısınıyordu. Bu çelişki, onu eskisinden daha çok yordu. Çünkü yıllarca öğretilen her şey, tutarlılık üzerineydi. Oysa burada tutarsızlık vardı. Ve bu tutarsızlık, hakikatin çarpık kapısıydı.
Secde, bir dua değildi henüz. Dudaklarından bir şey dökülmedi. Ne bir tövbe, ne bir yakarış… Çünkü o an, konuşmak bir saygısızlık gibi geldi. Sanki ruh, kelimeler gelmeden önce biraz daha ezilmeli, biraz daha küçülmeli, biraz daha yok olmalıydı. Yeniçeri, yok olmanın ölüm olmadığını işte o an anladı. Yok olmak, kendini merkeze koymamak demekti. Ve kendi merkezini terk eden bir insan, ilk kez gerçekten var oluyordu. Bu düşünce, zihninde net bir cümleye dönüşmedi. Dönüşemezdi. Çünkü akıl, secdenin hızına yetişemezdi.
Zaman uzadı. Ya da yok oldu. Kandilin titremesi devam ediyordu ama bu titreme artık dikkati dağıtmıyordu. Tekkenin duvarları sanki genişledi. Bursa’nın sokakları, hanları, medreseleri… Hepsi bu secdenin içine sızdı. Yeniçeri, sadece kendini değil, şehri de yere koyuyordu sanki. Ve o şehir, yüzyılların yükünü omuzlarından indirip onun alnına bırakıyordu. O anda, Barbanas İncilinin izinde dolaşan fısıltılar, söylentiler, gölgeler de bu secdeye karıştı. Metinlerin, kitapların, saklanan hakikatlerin ötesinde bir şey vardı burada: eğilen bir bedenin itirafı. Hiçbir kitap, böyle bir itirafı taşıyamazdı.
Secdeden kalktığında, eskisi gibi olmadığını biliyordu ama neyin değiştiğini bilmiyordu. Bu bilmezlik, onu korkutmadı. Aksine, bir rahatlama getirdi. Çünkü bilmek, artık bir mecburiyet değildi. Yeniçeri ayağa kalktığında hâlâ bir askerdi; ama artık sadece asker değildi. İçinde bir boşluk vardı. Ve bu boşluk, dolmaya hevesli değildi. Secdeyle tanışmış insanın boşluğu, kutsaldı. Hemen doldurulmazdı. O boşlukla yürünürdü, o boşlukla susulurdu, o boşlukla ölünürdü gerekirse.
Tekkenin kapısından çıktığında Bursa artık aynı Bursa değildi. Sokaklar daha dar, gökyüzü daha yüksek görünüyordu. İnsanlar konuşuyor, pazarlık yapıyor, yaşıyordu. Ama yeniçeri, bunların arasından başka bir hafiflikle geçti. Çünkü artık eğilmenin anlamını biliyordu. Bu bilgi, onu özgür kılmamıştı belki; ama onu gerçek kılmıştı. Ve gerçek olmak, özgür olmaktan daha ağır ama daha derin bir hâldir.
Bu secde, bir başlangıç olarak yazılamazdı. Çünkü başlangıç iddialıdır. Bu, bir kırılmaydı. Sessiz, görünmez, ama geri dönülmez bir kırılma. Barbanas İncilinin izinde dolaşan tarih, kitaplar ve sırlar, bu kırılmanın yanında sadece dekor gibiydi. Asıl metin, yere değen bir alındaydı. Ve o metin, mürekkepsizdi. Ama silinmezdi.





