22. Bölüm– Nurdan Kürenin İçindeki Servi
(ZAMANIN ÖTESİNDE | Zikir Ehli, Cinler, Melekler)
Başlangıç diye bir şey yoktu burada; çünkü başlangıç, zamanın icadıdır. Oysa bu âlem, zamanın kendisini bir iç çekişle geride bırakıp sustuğu bir eşikte duruyordu. Ne “önce” vardı ne “sonra”. Sadece süreklilik vardı; yankılanan, çoğalan, kendi içine doğru katlanan bir devam ediş. Ve o devam edişin merkezinde, nurdan bir küre asılı duruyordu. Ne gökte ne yerde. Ne yukarıda ne aşağıda. Konum, burada anlamını yitirmişti. Küre, varoluşun kalbinde duran bir kalp gibiydi; atıyor ama ses çıkarmıyor, ışık saçıyor ama göz almıyordu. Ve o kürenin içinde bir servi yükseliyordu.
Servi…
Ne bir ağaçtı sadece ne de bir sembol. Uzun, dik, sarsılmazdı; ama kibirli değildi. Kökleri kürenin içine değil, insanın hatıralarına uzanıyordu. Her dalı bir nefese benziyordu; alınmış ama henüz verilmemiş bir nefese. Servinin gövdesi, yüzyıllar boyunca secde etmiş omurgalar gibi eğilmeyi biliyor ama kırılmıyordu. Yaprakları vardı ama hışırdamıyordu. Çünkü burada rüzgâr yoktu; rüzgârın yerine niyet dolaşıyordu.
Zikir ehli, bu kürenin etrafında bir halka değil, bir hâl oluşturuyordu. Kimse durduğu yerde durmuyor, kimse yürüdüğü yolda ilerlemiyordu. Hareket, içten dışa doğruydu. Dudaklar kıpırdamıyordu ama isimler çağrılıyordu. Ses yoktu, ama titreşim vardı. En çok da kalpte. “Allah” deniyordu ama harflerle değil; varlıkla, yoklukla, ikisi arasındaki ince çatlakla. Bu, kelimelerin anlamını kaybettiği ama hakikatin konuşmaya başladığı bir andı.
Cinler, ateşten yaratılmış olmanın aceleciliğini geride bırakmış, bu kürenin yakınında sessizleşmişti. Onlar için susmak zordu; çünkü ateş, sürekli bir hareket ister. Ama burada ateş bile öğreniyordu. Kimi cinler servinin dallarından yayılan nuru korkuyla izliyor, kimi yaklaşmak istiyor ama yaklaşamıyordu. Çünkü nur, niyet isterdi. Niyet, maske kabul etmezdi. İçinde hâlâ hile taşıyan bir varlık, bu küreye yaklaşamazdı; yaklaştığını sansa bile içeri giremezdi.
Melekler daha dışarıdaydı. Çeperde. Onlar zaten nurdan yaratıldıkları için bu küreye temas etmek zorunda değildi. Ama yine de bekliyorlardı. Çünkü bu servi, onlara bile başka bir şeyi hatırlatıyordu: İnsan. Melek, burada ilk defa insanı kıskanır gibi oldu. Çünkü bu nur, itaatten değil; arayıştan doğmuştu. Arayış ise meleklerin bilmediği bir sancıydı.
Anlatıcı—yani ben—bu küreye bakarken, kendimi orada olmayan biri gibi hissettim. Bir tanık, ama davetli olmayan bir tanık. Ve yine de gözlerim servinin gövdesine takıldı. Gövdede çatlaklar vardı. Ama bu çatlaklar bir kırılmanın değil, büyümenin işaretiydi. Her çatlak, bir “neden” sorusunu yankılıyordu. “Neden ben?” diyen bir insan sesi vardı orada. “Neden ben seçildim?” diye sormayan, ama içten içe seçilmiş olmaktan korkan bir kalbin izi vardı.
Servinin tepesinde bir boşluk vardı. Tepe tam değildi. Sanki bir şey koparılmış, ya da henüz konmamıştı. Bu eksiklik, kürenin içindeki her şeyi daha anlamlı kılıyordu. Çünkü tamlık, burada makbul değildi. Burada eksik olan kutsandı.
Zikir derinleştikçe, küre genişledi. Genişleme bir büyüme değildi, bir açılmaydı. İçerideki servi, dışarıdaki varlıkları etkilemeye başladı. Meleklerin kanatları titreşti. Cinlerin ateşi yumuşadı. Ve bazı zikir ehlinin gözlerinden yaş aktı. Ama bu yaşlar üzgün değildi. Arınma, her zaman acıdan sonra gelmez; bazen acıyı kendine geri vererek başlar.
Sen, ey okur…
Şu an bu satırları okurken, “Bu anlatılan nerede?” diye soruyorsan, bil ki yanlış soruyu soruyorsun. Doğru soru şudur: “Bu anlatılan ne zaman içime düşecek?” Çünkü bu küre, bir mekân değil; bir fark ediştir. Bazı insanlar bu fark edişe bir ömür boyunca yaklaşır, ama dokunamaz. Bazılarıysa bir saniyede düşer içine, bir daha eski hâline dönemez.
Servi, nurdan kürenin içinde yavaşça dönmeye başladı. Ama bu dönüş bir daire çizmedi. Her dönüşte bir varlığı dışarıda bıraktı. Kibir, şüphe, benlik… Döküldü. Zikir ehli arasında biri vardı; yüzü yoktu, adı yoktu. Ama kalbi vardı. Kalbi, ilk defa bu kadar sessizdi. O sessizlikte bir ses doğdu:
“Ben.”
Bu “ben”, egonun ben’i değildi. Bu, Tanrı karşısında titreyen, kendi hiçliğini fark eden bir varoluşun ben’iydi. Ve işte o an, servi eğildi. İlk defa. Melekler nefesini tuttu. Cinler geri çekildi. Çünkü bu eğiliş, bir secdeye benziyordu.
Nurdan küre çatladı. Ama kırılmadı. Çatlaklarından bir ışık sızdı. O ışık, zamanın bütün katmanlarına yayıldı. New York’a düştü. Bursa’ya değdi. Samandağ’da bir ağacın gölgesine karıştı. Ama en çok da bir insanın göğsüne saplandı. Belki Zeynep’ti. Belki Fatma. Belki henüz doğmamış biri. Kim olduğu önemli değildi. Önemli olan şuydu: O ışık, bir gün bir “Lâ”ya dönüşecekti.
Burada psikoloji, metafizikle tokalaşır. Çünkü insanın en büyük savaşı, ne dünya ile ne de şeytanladır. İnsan, kendi içindeki putlarla savaşır. Ve bu savaşta en zor şey, putun adını koymaktır. Servi, işte bu adı koymanın sembolüydü. Yükselir ama kendini kutsamaz. Var olur ama sahiplenmez.
Zikir yavaşladı. Küre daraldı. Ama etkisi kalıcıydı. Meleklerin yüzünde bir bilgeliğin gölgesi, cinlerin bakışında bir duraksama belirdi. Zikir ehli dağıldı ama dağılmadı. Çünkü ayrılmak başka, çözülmek başkaydı.
Ve servi…
Hâlâ oradaydı.
Nurun içinde.
Eksik.
Sessiz.
Bekleyen.
Belki seni.
Çünkü bu hikaye, aslında bir arayışın günlüğü. Ve her arayış, bir serviyle karşılaşır. Kimi onu ağaç sanır geçer. Kimi gölge arar altında. Ama çok azı, o servinin aslında kendisinin dik durmaya çalışan kalbi olduğunu anlar.





