Duygusal Bir Kısa Hikaye “ÇEKMECE”
Anahtarı deliğe sokarken unuttuğunu sandığı o kokuyu duydu. Bazı şeyler hiç değişmiyordu. Babası artık yoktu. Annesi başka bir şehirdeydi. Bu eve ne zamandır kimse girmemişti, bilmiyordu. Ama çocukluğuna ait o koku hiçbir yere gitmemiş, sanki yıllarca orada beklemiş, şimdi merdiven boşluğunda kendisini karşılıyordu.
İçeri girdi. Ayakkabılarını çıkarma gereği duymadı. Halılar kimseye lazım değildi. Bu eşyalar kimseye lazım değildi. Ve hiç kimse bu eşyaların biriktirdiği hatıralara katlanacak güçte değildi.
Eşyalar… Tüm bu eşyalar… Her biri, eski bir gösterişin ürünüydü: Kadife perdeler, büyük yemek masası, işlemeli vitrin camı, İran halıları, şifon örtüsüyle karyola, gardırop… Her biri, saygın bir ailenin kızına yakışacağı düşünülerek satın alınmıştı. Daha sonra başlarına gelecekleri kimsenin tahmin edemeyeceği bu eşyalar, onun için her zaman ümitsizliğin, işsizliğin ve sıkıntının timsali olmuş, yıllar sonra, o an bile rüyalarında ara ara görünerek bilinçaltındaki karanlık varlıklarını belli etmişti.
Oysa her şeyin başında, anne ve babasının ilk evlendikleri günlerde bunların birer mutluluk timsali oldukları kesindi. Babasının henüz düzgün bir işinin olduğu, annesine sevgisini gösterdiği günlerde, her şeyin iyi olduğu zamanlarda…
Hatıralar uzaklaşan bir tren gibi kayboluyordu boşlukta. Uzaktan seçmeye çalışıyordu çocukluk günlerini o kara trenin pencerelerinden. Renkleri solmuş fotoğraflar gibi silinmeye yüz tutan çocukluk hatıraları hep yaşadığı sokağa aitti. Bahçesinden çiçek topladığı komşuları, evde pinekleyen babasına inat çıkılan sokaklar, sokağın belirli yerlerinde, tek tük çimler vardı. Güneş o zamanlar hep yukarıdaydı. Geceleri unutturacak kadar çok kalıyordu gökyüzünde. Belki uykular çok derin olduğundan geceler daha kısa gibi gelirdi. Güneşli öğlenler, ikindilerse çok uzun sürerdi. Rüzgâr hep lodostu. Ilık ılık eserdi. Yüksekten atladığında ayak tabanları acırdı. Dizlerin deki yaralar çabucak iyileşirdi. Sanki bu yüzden, ikide birde annesi uyardığı hâlde kanatır, kabuklarını zevkle derisinden ayırırdı. Ufacık köşelerde dünyalar kurardı. Çamurdan yemekler, taşlardan evler yapardı. Akşam olunca babalar kollarının altında ekmeklerle sokağa girerdi. Babası gelen birazdan annesinin kendisini çağıracağını bildiğinden son bir gayretle oyuna asılırdı. O asılmazdı. Babası zaten evde olduğundan, çalışmadığından, o herkes dağılana kadar sokakta kalırdı. Çünkü annesi, yalnızca hava karardığında ona seslenirdi. O zamanlar kendisine nağmeli gelen sesiyle, daha sonradan kimsenin hatırlayamayacağı canlı hâliyle bağırırdı. Annesinin ikinci defa bağırmasına gerek kalmadan eve koşardı. Zamanın hızla geçen bir rüzgâr olduğunu çok sonraları geriye baktığında anlayabiliyordu. O zaman o sokakta sonsuza dek kalacakmış gibi hissederdi. Karda kayarken attığı kahkahalar gerçekken, sokaklara çıkabildiği her an olanca gerçek… Eve kapanmadığı her an… Sanki hep oralarda bir yerlerde, biraz eksik kalacaktı. Eksik biri… Bu yüzden mi hatırlamadığı hâlde bunların etkisini hâlâ hissediyordu?
Okul yılları boyunca evde yaşadıklarını unutmak için ne kadar çabalamıştı. Neredeyse hiçbir günleri olaysız geçmezdi. Böyle zamanlarda evi terk ederlerdi. Annesi babasının kendisini döveceğinden emin, naylon torbalara kıyafetlerini doldururdu. Annesi acele ederdi. Annesi üzgün olurdu. O da bir poşete oyuncak ayısını koyar, annesinin korkuyla açılan gözlerinden bir şeyler anlamaya çalışırdı. Düşünmezdi. Onun bildiği, annesinin söylediği kadardı. Ellerinde evden aldıkları gerekli eşyalarla yola koyulur, anneannesine giderlerdi. O zamanlar bir yerden bir yere gitmek, ellerinde torbalarla insanların önünden geçmek ona utanç verici gelirdi. İnsanların yüzlerine bakmaz, rezil olduğunu düşünürdü. Anneannesine giden yol boyunca birkaç kahvenin önünden geçerlerdi. Kahvede adamlar olurdu. Adamlar hep işsiz olurdu. Sanki hep aynı adamlar, aynı yerlerde otururdu. Adamlar hep aynı yerde oturur da işsizliklerinden güler, annesi bu kahkahaları kendi üzerine alınırdı. Balkonlarda çamaşır asan kadınlar olurdu. Kadınlar kendi kendilerine fısıldaşır, annesi bu fısıltıları kendi üzerine alınırdı. Annesi böyle böyle almıştı sırtına dünyanın yükünü. Sonra da çekip gitmek istemişti bu yükü ortada bırakıp; uyku haplarıyla sonsuz bir uykuya dalmak istemiş ama başaramamıştı. O ise gitme diyememişti annesine. Çünkü onun bildiği annesinin inandığı kadardı. Sadece annesinin ölmesi gerektiği fikrine ağlamıştı. Hastanede herkes annesine kızıp bağırırken o, bu başarısız girişime üzülmüştü. Anneannesinde kalmaya başlamışlardı o günden sonra. Annesi düşünceli, ağlamıyor, konuşmuyor, o canlı sesiyle eskisi gibi dedikodu yapmıyordu. Dedesi arasıra annesine kınayan bakışlarla bakıyor, sinirlenip sofrayı terk ediveriyordu. Dedesi çok gülmüyordu. Dedesi çoğu şeye kızıveriyordu. Dedesi kapalı çarşıya götürüyordu onu. Babasının almadığı o ayaklı taytı alıyordu. Kitaplarını alıyordu. Harçlığını veriyordu. Ama okulda toplanan dergi parasını vermeye dedesinin de gücü yetmiyordu. Mahcup yaklaşıyordu öğretmenin masasına. Öğretmen gözlerini dikip kendisine baktığında o, masadaki deftere, öğretmenin para verenlerin yanına koyduğu işaretlere bakıyordu. Öğretmen isminin yanına eksi koyup kaşlarını çatıyor, “tamam” diyordu. Ağlamamak için kendini tutup sırasına oturuyordu. Öğretmen konuşuyordu, hep konuşuyordu. Bitmeyen konuşmasında sık sık: “Benim özgürlüğümün bittiği yerde, bir başkasınınki başlar” diyordu. Sonra aniden susuyor, o hiç bitmeyen özgürlüğüyle arka sıralara hızla yürüyordu. Pantolonunun paçaları her adımında savruluyor, sinirli yüzünde birazdan gerçekleşecek zulmün izleri görülüyordu. Onun kalbi hızla çarpıyordu böyle zamanlarda. Avuçları terliyordu. Başını omuzlarının arasına soktukça sokuyor, birazdan olacaklara şâhit olmak istemiyordu. Arka sıralardaki çocukların körpe tenlerinden yükselen tokat sesleri canını acıtıyordu. Özgürlükleri bir türlü başlamayan o çocukların sessizliğinde kendi çığlığını duyuyor, kalbinin içinde tüm bu olanlara, bu talihsiz hayata, diğer çocuklar gibi bir ailesi olmayışına, babasının ilgisizliğine, annesinin bitmeyen hastalığına bağırıyor da bağırıyordu.
Mutfağa girdi. Dikkatli gözlerle etrafı süzdü. Bir yerlerden bir haşere çıkma ihtimaline karşı yavaş yavaş yürüdü. Benzerine o ilçede rastlanmayacak kadar ufaktı mutfakları. Yirmili yaşlarda İstanbul’daki evleri görene kadar kendi mutfaklarını dünyadaki en küçük mutfak sanırdı. Buna rağmen orada, hayallerinde inşa ettiği dünyaların paha biçilmez olduğuna inanırdı. Belki de bu yüzden oraya saklamıştı kaybolmasını istemediklerini.
Çekmecelerin önünde eğildi. En üsttekini alıp çıkardı. Çekmece boşluğuna elini yavaşça soktu.
Oradaydı.
Çekmecelerin arkasındaki boşlukta.
Rutubetlenmiş bir naylonun içinde, yıllar önce yazdıkları… Sadece zamanda yolculuk eden birinin yaşayabileceği bir heyecan olmalıydı yaşadığı. Birazdan, eğer defterler tahrip olmamışlarsa, onları okuyacaktı. On beş yıl önceki hâliyle karşılaşacaktı satırlarda. Her şeyin başında, daha dünyayı bu ufak evden ibaret sandığı günlerde yazdıklarına dokunacaktı. Ellerini tutacaktı gençliğinin, o hissetmese de kulağına eğilip sessizce “üzülme” diyecekti. Her şeyin değişip iyileştiğini, acıların sona erdiğini söyleyecekti. Burnuna annesinin pişirdiği kızartmanın kokusu dolacaktı. Babasının sigarası acı acı tütecekti belki bir cümlenin ortasında. Fakir evlerinin soğuk ve mutsuz salonunda, gün ışığından uzak bir köşede kurduğu bir hayal dolanacaktı ayağına. Çok iyi bildiği bu hayale biraz mahcup bakacaktı.
“Bıraktın” diyecekti hayal. “Beni burada bıraktın, geriye dönüp bakmadın. Zamanın oldu. İmkânın oldu. Ama sen hiçbir şey yapmadın.”
Hayatı suçlamaya kalkacakken aslında hayatına yön verenin de yazdıkları olduğunu bilecekti. Yazdıklarının bir şekilde gerçek olduğunu fark ettiğinde elini kolunu bağlayanın sadece zaman değil, kalemi olduğunu, yazarlık hayali sandığının aslında kendisini oradan kurtaracak bir bilet olduğunu, on dokuz yaşında kendi kurduğu hayatlarda gezinirken aslında geleceğini yazmaya çalıştığını, yazdıklarının bir nevi dua olduğunu acı bir şekilde fark edecekti.
Evlerinin karanlığından yazarak kurtulduğunu, ışığa çıktığını ama istediği gibi yazmayı hiçbir zaman beceremediğini itiraf edecekti.
Paketi çıkarıp açtı. Heyecanı hüznüne karışmıştı. Defterlerden en üsttekini çıkarıp aldı. Ne zaman doldurduğunu ve ne yazdığını bilmediği defteri açtı. Yazılar silikti. Kurşun kalemle yazdığı için zor okunuyordu.
Oturduğu yerde bağdaş kurdu. Bu anın keyfini hiçbir şey kaçırmasın istiyordu. Henüz ilk satırları okurken bile kendisinden çok uzak bir kişiyle karşı karşıya olduğunu anladı. Yazdıkları gözüne her ne kadar amatörce görünse de bu konu birliğinden yoksun paragraflara, imlâ hatalarına, alâkasız sözcüklere yüzünde sevecen bir gülümsemeyle baktı. Orada annesini anladı. Orada babasını görüp ağladı. Orada mutsuzluğunu bulup sarıldı. Bir pazar kahvaltısı neşesi doldu sonra içine okudukça. Annesinin göğsüne başını yasladığı zamanlara gitti. Solgun bir ikindi canlandı gözlerinin önünde. Tüm olanlara rağmen ikindi ezanlarının umutlu makamı geldi doldu kulaklarına. Onca mutsuzluğun içinde dirilen ve hiçbir zaman kendisini yalnız bırakmayan umudu geldi oturdu yanı başına. Çok uzaklardan anneannesi geldi, onun lahana kokulu kucağına kapandı. Sabah serinliğinde sardunyaların kokusu geldi. Derin derin soludu. Çizdiği resimler, okuduğu kitaplar, öğrendiği İngilizce sözcükler, uzak ülkelerden aldığı mektuplar geldi. Kendisini özgürleştiren acının hissettirdiği rahatlık geldi. Hızla gittiği geçmişten yavaş yavaş, sallana sallana o güne geldi. Akşamüstlerinin hâlâ çok güzel olduğunu gördü gelirken. Umudunun da, hayallerinin de hiçbir yere gitmediğini gördü. Çok uzaklarda olsalar da ölmüşlerin hâlâ kafasının içinde var olduğunu, düşünebildiği kadar da orada kalacaklarını gördü. İnşa edilecek daha çok dünya olduğunu bildi defterleri çantasına koyarken. Hayal ettiği müddetçe daha yazacağı çok şey olduğunu düşündü. Oturduğu yerden kalktı. Gözyaşlarını sildi, ufacık mutfaktan çıktı. Yakında yıkılacak olan evinin rutubetli sessizliğine uzun uzun baktı. Duvarların hiç hoşuna gitmeyen mavisine baktı, özler belki diye. Onu kendisi yapan evin her bir ayrıntısını aklına nakşetmek istercesine baktı.
Kapıyı çekip çıktığında o koku hâlâ yerinde duruyordu.
Pınar ÖĞÜT




