Tayfun ÇELİK

Tarihsel Bir Hikaye “Yâ Memât”

Tarihi Hikaye

Tarihsel Bir Hikaye “Yâ Memât”

“Yâ Memât, Yâ Kahhâr, Yâ Murâd!”

Bıçakçızâde Remzi Efendi’nin Kör Talihidir.

Tarihsel Bir Hikaye "Yâ Memât"Rivâyet odur ki, Devlet-i Aliyye zamanında, Karaman Eyaletinin meşhur Livâ-i Kayseriyye Sancağı’nda, ki nazal ağzına kurban olunası yerli halkın tabiri ile Şehri Gayseriye’de, işlerinde çok mâhir ustalar yaşarmış. İşte bu mâhir ustaları ve gözü açık tüccarları ile bilinen düzlük şehirdeki ustalardan birisi de kapalı çarşısı eşraflarından Bıçakçızâde Remzi Efendi’ydi. Remzi Efendi, demir işinde o kadar mahâretliydi ki şehirdeki bütün kılıç bıçak işleri onun elinden geçmeden tamam olmazdı.

Allah rızası için kesilen udhiyye, adak, akika ve şükür kurbanlarının bıçakları hep onun elinden çıkardı. Hattâ o kurbanların en güzel etlerinden yapılan ve tül gibi incecik doğranan bastırmaların bıçakları, kurban etiyle doldurulmak için kesilen mantı hamurlarının bıçakları, sur diplerinde içip içip birbirlerini doğrayan kumarbazların bıçakları, sefere katılan sipâhîlerin palaları, hançerleri, dımışkî, karabelâ ve yatağanları, Remzi Efendi’nin elinde daha bir kabullenir, daha bir lezzetlenir ve daha bir gaddarlaşırmış.

Rivâyet odur ki, mesleğinin başlarında, Remzi Efendi gençliğinin verdiği hevesle yaptığı âletlerin kimin eline geçeceğine hiç kafa yormazdı. Kimin etini deşeceğini, kimi yârinden ayıracağını hiç düşünmeden bu sanatta ustasından öğrendiği her ne varsa bütün hünerini eserlerinde göstermekten geri durmazdı. Zamanla, yaş kemâle erip de ömrün hesap kitap seneleri başladığı vakit, hâliyle vicdanı da onu dürtmeye başlamıştı.

Anlatılanlar doğruysa, kendi elinden çıkan bu sanat şâhikalarının hem hayır için, zaman zaman da şer için kullanıldığını aklına getirdikçe Remzi Usta’nın içi, ümit ile korku arası bir duygu ile dolarmış. Kesilen kurbanları, kazanılan cenkleri düşündükçe sevinir, şenlenir; cânileri, cellâtları, katilleri düşündükçe de karalar bağlarmış. İşte bu yüzden başını secdeden her kaldırdığında, ocağı körüklerken döktüğü bıçakları döverken, bıçağı ya da kamayı satın alıp gidenin ardından bakarken elinden çıkan bu âletleri hayır için kullananların şer için kullananlardan fazla olmasını Cenâb-ı Allah’tan niyaz eder dururdu. Ocağın kor ateşine baktıkça, cehennem ateşinden kurutuluşu da ancak böyle umuyordu.

Derken duaları kabul oldu ve Bağdat seferi sırasında ordusu ile Kayseriyye şehrinden geçen Sultan Murâd Han, bu kılıç ustasının nâmını işitti. Ona, cenk kılıçlarından en hası olan Memât adlı yatağanını bileyletti. Remzi Efendi, Sultanın kılıcını öyle bir bileylemiş ki, o gün orada olanlar, kılıcın üzerine düşen kılların bile boylamasına ikiye bölündüğünü yemin billâh ederek hâlâ anlatıp dururlar. Remzi Efendi, yatağanı sadece bilemekle kalmamış, kılıcın bir yüzüne “Yâ Memât”, diğer yüzüne de “Yâ Kahhâr, Yâ Murâd” isimlerini işleyerek padişaha bütün hürmetiyle sunmuş. Padişah, demircinin bu davranışını çok beğenmiş ve bu güzel yatağanı ona armağan etmek istemiş. Her ne kadar padişah buyruğuna karşı gelinmesi âdetten olmasa da Remzi Efendi, vicdanının bir kenarında bekleyen keskin bıçakların sivri uçlarının artık yüreğine batmasına dayanamadığı için sultanın bu fevkalâde ikramını geri çevirmiş. Hattâ bu kılıcın ailesi için uğursuzluk getireceği inancı bir anda kalbine doğmuş:

“Kılıcınız keskin, düşmana memât olsun:

Yâ Memât, Yâ Kahhâr Yâ Murâd!” nidasıyla çarşıyı inleterek bu işten böylece kurtulmuş. Devletlû Sultan Murâd Hanımız, bu nidayı uğur saymış ve seferine daha bir moralle devam etmiş. Bağdat’ın düşeceğine olan inancı daha bir artmış. Demirci kuluna da türlü türlü ikramlarda bulunmuş. Remzi Efendi de bu sayede hayır için kullanılacak kılıçların şer işlerde kullanılanlardan katbekat fazla olacağını hesap ederek cenneti garantilediğinden emin bir şekilde yüreğindeki azaptan kurtulmuş. Düşmana çalakılıç girişen padişahı düşledikçe de döşeğinde huzurla uyumuş.

Bir rivâyete göre zafer haberi fazla gecikmedi. Kısa bir süre sonra da bütün şehre yayıldı. Şehir emirinin de buyruğu ile üç gün üç gece kutlamalar yapıldı. Şehir halkı Câmi-i Kebir önün den dağıtılan pastırmaya da sucuğa da doydu. Zaferde, Remzi Efendi’nin de payı olduğu içinmiş elbet bütün bunlar.

Bağdat’ın alınmasının ardından şehir halkı ve çarşı eşrafı arasında itibarı iyice artan Remzi Efendi, bir süre sonra padişah fermanıyla çarşının kapı ağalığına kadar yükselir. Ne yazık ki Remzi Efendi için bu huzur ve bolluk dolu geceler, fazla sürmez. Bu kadar himmetin ardından o da şehirdeki zengin Ermeniler ve Rumlar kadar azılı hırsızların gözdesi oluverir. Şöhretini takip eden günlerde evi ve dükkânı boyuna soyulmaya başlanmış. Fakat bu hırsızlık olayı şehirdeki diğer yağma vak’alarına hiç benzemiyordu. Bunlar, her kimse, dükkânından ya da evinden tek bir çöp dahi almıyor, ne var ki bütün her şeyi birbirine katıp, çekip koyup gidiyorlardı. Hattâ zaman zaman evdeki taş döşemelerin bile kırıldığı, yüklüklerin bile yıkıldığı oluyordu. Ortalığı toplamak ise günler haftalar alıyordu. Hattâ rivâyet odur ki Remzi Efendi, hırsızların geleceği günleri az buçuk tahmin eder, evi derleyip toparlaması için Hunat Mahallesinden yevmiye usûlü hamallar bile tutardı. Bu durum birkaç kez daha tekrarlanınca Remzi Efendi bu işten iyice muzdarip, şehrin ileri gelen Ermeni ve Rum esnaflarının yanına çöküverdi. Bu görmüş geçirmiş adamların Remzi Efendi’nin anlattıklarından yola çıkarak söylediklerine göre, hırsızların amacı onun ne malı ne de parasını çalmaktı. Görünüşe göre aradıkları çok değerli bir şeydi. Evine ve dükkânına arsızların dadanmalarının hikmetini, malından mülkünden çok, Sultan Murâd’ın kendisine bağışladığı Memât adlı cenk kılıcının olduğunu, Remzi Efendi’ye alıştıra alıştıra söylediler. Bu yatağan, halk arasında öyle bir ünlenmiş ki ona sahip olanın maddeten ve manen iki cihanda da aslâ dize gelmeyeceğine şehirdeki herkes hemfikirmiş. Hattâ ve hattâ şehirde kuşgönü bastırmaları en ince bu yatağan kesermiş ki lezzetinden, yiyenlerin gözlerinden sicim gibi yaşlar süzülürmüş. Hattâ ve hattâ üç gün üç gece bu lezzetin etkisinden kurtulamazlar, serhoş serhoş bütün şehri mecnun misâli adımlarlarmış. İşte, milletin ağzı torba değil ki büze sin. Neyse, Remzi Efendi durumu anlamıştı. Kılıcı, padişah hazretlerine geri verdiğini ve bunu da cümle âleme ilan ettiğini kodamanlara hatırlattı. Ne var ki törede kültürde padişah hediyesini geri çevirmek gibi bir şey olmadığından kimsenin bu söylediklerine itibar etmediğini Remzi Efendi geç de olsa anlamıştı. Ardından, ne yapılmasını gerektiğini yine başına bu çorabı ören aynı kişilere umarsızca sordu. Olurunu anlattılar hemen.

Rivâyete göre, onu şehrin önde gelen kalem ağalarından Koko Can lakaplı Kirkor Ziya Efendiye yolladılar. Kirkor Ziya adındaki bu Ermeni, eski bir saray kâtibiymiş. Bir ara veziriazamın çok yakınında dahi bulunmuşmuş. Hattâ bir rivâyete göre gözleri iyi seçemeyince, bir rivâyete göre de güvenilmez bir adam olduğunun anlaşılması üzere saraydan kovulmuş. İşte Remzi Efendi Kirkor Ziya ile kafa kafaya verip bu işten kurtulmanın yolunu aramaya başladılar. Kirkor Ziya, ona – tabiî ki yüklü bir miktar para karşılığı- Sultanın ağzından sahte bir ferman yazmayı teklif etti. Sancak beyine hitaben gönderilen bu fermanda kulunu rahat bıraksınlar diye tüm şehir halkına her şeyi açık açık anlatacaktı. Remzi Efendi de bu fermanın bir örneği eline geçer geçmez dükkânının camına asacak, Memât’ın kendisine bağışlanmadığı böylelikle ispatlanmış olacaktı. Remzi Efendi, başlarda tereddüt etse de fermanda yanlış bir şey olmadığını, hem de padişah ferman ve beratlarını birebir taklit ettiğini duyduğu bu adamın sanatına güvendiğinden dolayı söylediklerini çaresiz kabul etti. İşte bu iş Remzi Efendi’ye pahalıya patladı, ama padişahtan himmetli bir ustaya dokunacak kadar tuzlu da sayılmazdı.

Sonunda beklenen oldu. Hırsızlar, artık Remzi Efendiye musallat olmayı bırakmışlardı. Ancak bu sayede hırsızlardan kurtulduğuna sevinen Remzi  Efendi, ne var ki bir süre sonra bu ferman ve berat yazdırma işinin müptelası olacaktı. Elinde avucunda ne varsa Kirkor Ziya’ya kaptırarak türlü türlü konularda boyuna ferman ve berat yazdırıp duracaktı. Önce, sultanın gördüğü lüzumüzerine kapalı çarşının baş ağalığına kendini atadı. Ardından her bir çarşı esnafından alınan aylık onar akçeyi önce yirmiye, ardından da yirmi beşe yükseltti. Hızını alamayıp çarşıda toplanan her akçeden çarşı ağasına pay ayrılması yönünde yeni bir fermanla çıkageldi. Bunu biraz da Kirkor’un, komisyon isterim diye tutturmasından yapmıştı. Kapalı çarşıda olur olmadık esnafların işlerine karışıyor, halıcılara yeni yeni motifler uyduruyor, bastırmalarını beğenmediği bastırmacıların pabuçlarını dama atıyordu. Sabah yeni bir fikirle uyanıyor, hemen Kirkor Ziya’nın Kiçi kapısındaki mekânına uğruyor ve aklından ne geçerse Kirkor Ziya’ya yazdırıyordu. Bu sefer de bastırmaların bundan böyle kuşlokumu gibi küp küp doğranmasını salık veriyordu. Çarşı girişine diktiği her cazgırı da akşam güneş batana kadar “Lokum gibi bastırma.” diye bağırtıyordu. Bu sahte mührün verdiği gücün karşısında iyice gaddarlaşan Remzi Efendi, şehirde gününü gün ediyordu. Kirkor ise altın yumurtlayan tavuk bulmuş misâli paralarını yattığı döşeğin altına istifliyordu. Nihâyet, bu kadar yükün altından kalkamayacağını anlayan çarşı esnafı, toplanıp Remzi Efendi’nin dükkânını yağmalayacağı sıra, öfkeden gözleri dönmüş Sübaşı ve Asesbaşı’nın yanlarında bir bölük askerle Câmi-i Kebir kapısından çarşıya girdikleri görülmüş. Kapıya dökülen meraklı gözlerin arasında yediği kötekten sürüye sürüye taşıdıkları Kirkor Ziya’yı askerlerin arasında o hâlde gören Remzi Efendi’nin dili oracıkta tutuluvermiş. Sadece dili tutuluverse iyi, kapılara dökülen çarşı esnaflarından ki kendisi Bıçakçızâdelerin çok has bir ticarî rakibi olan Demirci Sabri Efendi’nin rivâyetine göre, kendisine doğru gelen cellâtları gördüğü vakit af buyurun, koskoca adam altına bile pisletmişti. Bunu, çarşının girişine kurulan darağacında boyunlarındaki “Yâ Memât, Yâ Murâd” yazan fermanla sallanır vaziyetteki iki kader ortağını gören çarşının diğer esnaflarının da teyit ettiği söylenir. Böylelikle Remzi Efendi’den artan bütün şan, şöhret, azıcık para, türlü türlü rivâyet ya da her ne varsa, işte o gün çarşı girişinde babası Abdülkerim Usta’nın kuzunda, dedesinin sallanan cesedine ıslak gözlerle bakan Bıçakçızâdelerin en küçük erkeği olan Kâsım’a kalmıştı.

Molla Kâsım’ın şiir dolu heybesinden çıkmadır.

Kâsım, dedesi ve babası gibi demircilik işine pek meyletmemişti. Kılıç ve bıçakları eline almaktan imtina ederdi. Bu zarif ruhlu çocuk için bütün bu keskin âletler onun ruhunda vahşetten başka bir şey çağrıştırmazdı. Hattâ dükkân komşuları Kuşçubaşı Şâir Necmi Efendi’den nakledilen bir rivâyete göre, bu çocuk, henüz bebeklik çağında dükkânlarının önündeki bir kurban kesimi sırasında çığlığı basmış, iki elini yüzüne kapatarak uzun süre ağlamıştı. Bıçakçızâdeleri derinden yaralayan bu olay karşısında çocuk apar topal kucaklanmış, hacılara hocalara götürülmüş, okunup üflenmiş, yunup arındırılmıştı. Ne var ki, Bıçakçızâdelere yaraşır tabiatlı bir çocuk olarak dükkâna geri dönmemişti. Babası Abdülkerim Usta, oğluna bu kadar yüklenmeye tahammül edemeyip onu kendi hâline bıraktığı vakit Kâsım için yeni bir hayat başlamış oldu.

Kâsım, evlerinin tavan arasında çeşit çeşit güvercinler besler ve beslediği bu güvercinlere Kuşçubaşı Şâir Necmi Efendi’den öğrendiği şiirleri okumaya bayılırdı. Postacılara kendi elleri ile yedirir, taklacıların taklalarına el çırparak eşlik eder, dalgıçların ve Arapların kanat çırpışlarını hayranlıkla seyrederdi. Oğlunun kuş akıllı olacağını düşünen ve yüzyıllardır süre gelen bıçakçılık geleneğinin gözlerinin önünde sönüp gitmesini hazmedemeyen Abdülkerim Usta, palasını çekip kuşların narin boğazlarına dayadığı vakit, kendisini izleyen oğlu Kâsım’ın eli ayağı boşalmış hâlde damdan düşmek üzereyken ki hâlini gördü. Zor gücün yaptığı bir hamle ile oğlunun narin bedenini kucaklamış, biricik oğlunu anasına tembihleyerek çarşının yolunu tutmuştu. Bir hışımla Kuşçubaşı Necmi’nin dükkânına dalmış, tezgâhın arkasında duran adamı bir kuş gibi çekerek altına almış ve havada uçuşan tozları doğrayan keskinlikteki palasını şair ruhlu adamın boğazına dayamıştı. Yanlışlıkla yutkunsa kellesinin bedeninden ayrılacağını adı gibi bilen adam neler olup bittiğinden habersizmiş gibi öylece bakakaldı. Oğlu Kâsım’ın bu hâlde olmasında Necmi’nin payı büyüktü elbet, ama adam gözyaşları içinde yemin billâh ediyor, oğluna ne kuşçuluk sanatını ne de şiir öğrettiğini bir türlü kabul etmiyordu. Elini kana bulamaktan vazgeçen AbdülkerimUsta, derhâl mahallenin çöpçatan karılarına haber salarak kendisine helâl süt emmiş bir cinsi latif bulmalarını tembihledi. Bu işte mâhir kadınlar aynı hızla adaylarını Abdülkerim ustaya sundular. Doğurduğu erkek çocuğun, hiç erkek çocuk gibi olmadığından, evin esas kadını, mecburen etrafında olup bitenlere boyun eğiyordu. Ne var ki bu yeni kadından doğan çocuk da kız olunca Abdülkerim usta, başını iki elinin arasına alarak kara kara düşünür oldu. Hocaların
hocası Seyyit Burhanettin Hazretleri’ne hattâ şehirde ne kadar türbe yatır varsa, hepsine adaklar adamıştı. Maalesef ikinci deneme de kız çocuğa çıkınca Abdülkerim Usta Bıçakçızâde geleneğinin kendisi ile sona erdiğini nihâyet kabul etti. Bütün bunlar olurken, Kâsım serpilip boylanmıştı. Yürüyüşü ile oturup kalkması ile civan bir delikanlıya dönüşmüştü. Üstelik yaşıtlarından farklı olarak şiir bilen, insanların gönlüne dokunarak konuşan, hassas ruhlu bir molla olup çıkmıştı bu delikanlı. Bunda, elbette gizli gizli buluşup uzun gecelerde hasbıhâl ettikleri Kuşçubaşı Necmi Efendi’nin de payı çoktu. Zorla güzellik olamayacağını anlayan Abdülkerim Usta, oğlu Kâsım’ın gönül ustasına hediyelerle ziyarete gitmiş, oğlunu demircilik mesleğine kavuşturması için Kuşçubaşı Necmi’den ricacı olmuştu. Kendi oğlu için başkasına rica minnet kalması adamın ruhunu derinden yaraladı. Dağ gibi adam kısa sürede eriyip çöktü. Artık eskisi gibi ocağı yakmıyor, kalfaların haftalıklarını zamanında ödemiyor, işten kaçıp başka bir dükkânda soluğu alan çırakların ardına düşmüyordu. Abdülkerim Usta, padişah bıçakçılığından nasıl bu durumlara gelindiğinin muhasebesini yaptıkça daha da kederleniyordu. Yine bu kederli akşamların birinde sur dibinde tanıştığı sakilerden birinin ikramını geri çevirmeyip, şarap illetiyle tanıştı. Şarabı içtiği ve derdini sakiye açtığı gecenin ardından soluğu yine Kuşçubaşı’nın yanında aldı. Oğlunun erkekliğini utana sıkıla Kuşçubaşı’na sordu. Adamın yanıtlarıyla da öz oğlu hakkında böyle şeyler aklına getirdiği için yine kendinden utandı. Nihâyet istediği oldu. Kuşçubaşının oğlunu ikna etmesi, hattâ nişan düğün olayları bile sandığından uzun sürmedi. Hattâ torununu kucağına aldığında bir an için kendisini rüyada bile zannetti. İşte nihâyet Bıçakçızâdelerin umudu, ailenin asırlardır süre gelen bıçakçılık geleneğini devam ettirecek olan erkek torunu avucunun içinde duruyordu. Sur dibinde yakalandığı şarap illetini bu sabinin doğumuyla derhâl terk etti. Ne var ki bu durum hem ustalığının körelmesine hem de işlerinin aksamasına neden olmuştu. Şehir halkı artık başka başka ustalardan bıçak alıyor, Abdülkerim Usta arefe günü bile doğru düzgün bileyecek bıçak bulamıyordu. Dükkânı yerim belli olsun diye açtığının kendisi de farkındaydı artık. Tek umudu torununun kendisi ölmeden bir an önce büyümesiydi. Şu yalan dünyada Allah’tan tek istediği buydu.

Yine bir gün boş dükkânda vakit öldürürken çekiç sesinin dışarıdan tek tük duyulduğu bir sıra kapıda bir karartı belirdi. Abdülkerim Usta, başını kor demirden kaldırıp baktığında, senelerce kor aleve bakmaktan bozulan gözlerinin kendisine oyun ettiğini sandı. Ama kapıda öylece duran oğlu Molla Kâsım’dan başkası değildi. Oğlunu sessizce ocağın başındaki tabureye buyur etti. Abdülkerim usta, ateşin içindeki en az on yıl önce olması gerekenlerin peşine takılmış öylece dalıp gitti. Kâsım’ın duruşundan, yaşlı babacığının gönlünü almaktan çok, bir şey isteme niyetinde olduğu belliydi. Zaten Abdülkerim usta da bu saatten sonra oğluna demircilik namına bir şey öğretemeyeceğinin farkında, sadece kaderine boyun eğmiş susuyordu. Kâsım, babasının çok istediği şeyi yani oğlunu demirci ustası yapabileceği müjdesini babasına verdi. Eli ayağı tutsun istediği zaman buna başlayabilirdi üstelik. Eti senin, kemiği benim diye de ekledi. Abdülkerim Usta’nın sevinçten gözleri ocaktaki kor gibi parıldadı. Ancak buna karşılık oğlunun kendisinden bir isteği olduğunu duyunca yeni su verilmiş kılıç gibi katıldı. Duymuştu ki Saruhan Sancağı’nda, şehzâde sarayında türüne az rastlanır hünkârî derler iyi bir güvercin cinsi yetiştirilmişti.

Rivâyet odur ki güvercinlerin şâhı olan bu kuş, kuş sevdalılarının her gece rüyasına girer, onları mecnun misâli ağızları semâya dönük diyar diyar gezdirirdi. Gagasız olduğu için de yavru beslemek de zorlanıyor, çıkan yavrular da birkaç güne ölüyordu. Bu yüzden yetiştirilmesi zor, bulunması imkânsız bir türdü. Oğlu Kâsım’dan kuş masalı dinlediğine inanamayan Abdülkerim usta ocağın vârisi torununun hatırına ağzını açmadan dinliyordu. Kâsım, hünkârîlerin güzelliklerini bire bin katıp anlattı. Ne var ki bu kuş çok çok pahalı bir kuştu ve taşıması, bakımı ve beslemesi de o kadar zahmetliydi. Saruhan sancağına gidip, o kuşu getirmek için oldukça yüklü bir para gerekiyordu. Bütün bu anlatılanları dinlerken Abdülkerim Usta’nın yüreğine, en çok oğlu Kâsım’ın kuştan söz ederkenki bakışları takıldı. Bir zaman kendisinin de yatağanlardan, palalardan, şaşmirlerden, dımışkîlerden söz açılınca gözlerinin böyle parladığını hatırladı. Kendi torununa meslek öğretmenin şâir ve kuşçu meclislerinde oturup kalkan oğlunun iznine tâbi olmasını hazmedemiyordu. Ancak insafsız oğlunun rızasını almaktan başka bir yolu olmadığını biliyordu. İşlerin eskisi gibi gitmediğini anlattı önce. Dedesinden kalanların tezzamanda tükendiğinden bahsetti. Ellerinde, ev ile bu ocaktan başka bir şey kalmadığını, bu yüzden fazla miktarda para bulamayacağını söyledi. Ama isterse Hacı Kâsım Mahallesindeki Ermeni tefecilerden yüksek faizli borç alabileceğini ekledi. Ardından bunu da elbirliği ile de çalışıp ödemeyi teklif etti. Kâsım, babasının anlattıkları hiç önemli değilmiş gibi eliyle hepsini geçiştirdi. Gözlerini babasına dikerek “Yâ Memât” dedi. Abdülkerim Usta, kendisine keskin gözlerle bakan oğluna ocağın içindeki kor ateşe bakar gibi gözlerini kısarak baktı. Kâsım, “Baba, Sultan Murâd’ın o meşhur yatağanı sendeymiş, gel ver onu bana!” dedi. Abdülkerim Usta, duydukları karşısında önce şaşırdı. Ardından gülmeye başladı. “Ah benim kuş akıllı oğlum, kıt akıllı oğlum, meziyetsiz oğlum, bilmez misin ki tevatürden başka bir şey değildir o. Deden kılıcı uğursuzluk getirir diye sahibine geri vermiştir. Bunu sağır sultan bile duymuştur. Dedenin başına gelenler hep o kılıcın uğursuzluğundan olmuştur. Ona dokunan yanar, elleri kurur, dünyası kara boyanır da âmâlar gibi sessiz sözsüz gezerler. Hiç bilmez misin?” Kâsım, duyduklarına şaşırmamış vaziyette ocaktan çekici çekip aldı. Babası ilk defa oğlunun dükkândaki aletlere korkmadan dokunabilmesini şaşkınlıkla seyrediyordu.

“O hâlde bana bir Memât yap, göster ustalığını, onu öyle yap ki
cümle âlem onu Memât bilsin.”

Oğlunun gözlerindeki kanat çırpınışlarını gören babası hiç düşünmeden bütün maharetiyle ocağa kapandı. Var gücü ile ateşi körüklemeye başladı. Elinin pasını çözdükten sonra, en kısa zamanda çeliğin en hasını kullanmış, kılıcın en hafifini ama en keskinini yapmıştı. Üstelik babasının anlattıklarından duyduğu kadarıyla bir yanına “Yâ Memât” diğer yanına “Yâ Kahhâr, Yâ Murâd” ı da hat etmeyi unutmadı. Kulaklıyı, alengirli motiflerle bir güzel bezemişti. Gümüş sicimle işlemeli güzel bir de kın yaptı. Ardından kendi el yazması ile bu kılıcın Babası Bıçakçızâde Remzi Efendiye, sultanımız Murâd Han tarafından filanca tarihte bağışlandığını gösteren bir kılavuz katlayıp ekledi. Ahşap bir sandukanın içinde ışıldayan kılıcı oğluna göstererek: “İşte” dedi “Gerçeği gibi oldu.” Torbasına biraz para, biraz bastırma ve biraz çemen koyup hep beraber Kâsım’ı Saruhan sancağına uğurladılar. Abdülkerim Usta, oğlunun, tozu dumana katan atının arkasından bakarken oğlunu alıp karşılığında torununu veren kadere ince bir ah göndermişti bile. Haftalar aylar geçtikçe dede torun daha bir içli dışlı olmuşlardı. Abdülkerim Usta, henüz beş yaşını yeni bitiren torununu dükkâna getirir, bütün aletlerin adını el kadar bebeye saydırırdı. Torunu malzemelerin adını saydıkça da keyifle onu dinlerdi. Hattâ ona kendi eline uygun küçük bir de çekiç yapıp soğuk demiri düzenli aralıklarla dövmesini bile göstermişti. Çocuk, babasının aksine demir işinde maharetli olacağa benziyordu. Dükkâna gelince torununun gözleri çeliğin koru gibi parlıyordu. Bilekleri sağlam, dengesi yerindeydi. Hattâ söylenenlere göre işaret edilen noktaya hiç kaydırmadan defalarca vurabiliyordu. Torunu işi belledikçe dedesi Abdülkerim Usta’nın da kaybolan neşesi yerine geliyordu. Kapalı çarşı esnafı içinde boynunu bükmeden çıkıyor, Piri Paşa Hanındaki çay ve nargile molaları sırasında yeni Bıçakçızâdesini göğsünü gere gere herkese anlatıyordu. Ancak oğlu Kâsım sorulduğu vakit, kuş almaya gitti demeyi gururuna yediremiyor, bunu soranlar onun nereye gittiğini bilseler de Abdülkerim usta, oğlum Dersaâdet’e ilim öğrenmeye gitti deyip soruları savuşturuyordu.

Aylar sonra Kâsım, baba ocağına döndü. Üstü başı perişan, yayan yapıldak bir dönüştü bu. Üstelik sağ kolunu da çeviremiyordu. Muhtemelen yanlış kaynadığından bir kolu çot kalmıştı. Derken ev halkı onu avluda karşıladı. Ağıtların, feryatların tozu dağıldıktan sonra Abdülkerim Usta, oğluna harâmîlerin saldırdığını anladı. Geride ne atı ne parası ne de onun bin bir zahmetle yaptığı yatağanı kalmıştı. Kâsım, başından geçenleri bir çırpıda anlatmaya başladı. Yolculuğu sorunsuz geçerken birinci ayın sonunda Karaman Sancağı’nı geçmişti. Ne var ki Uşşak vilayetine varmak üzereyken bir han çıkışı yolda harâmîler saldırmış, oldukça kalabalık olan bu kansız çeteye karşı koyamamıştı. Sonra atının heybesinde buldukları kılıcın etrafında toplanmışlardı. Önce kendisinin bir ulak olduğunu zannetmişler, tam kafasını koparmak üzerelerken Kâsım, olan biten her şeyi anlatmaya başlamıştı. Bu yatağanının Sultan Murâd’ın hediyesi olduğunu ve onun çok değerli bir kılıç olduğundan bahsetmişti. Hattâ harâmîbaşı, “Bu kadar yeter!” deyip sözünü kesmeseydi eğer, onlara ayaküstü hünkârî güvercinlerinin güzelliklerini de bir çırpıda anlatacaktı. Harâmîler, kılıca el koyduktan sonra, bu molla kılıklı gencin önemli bir kişi olduğunu düşünüp onu salıvermişlerdi. Kâsım ise gerisin geri Kayseriyye’ye döneceğine, alamasam bile belki sarayın avlusundan hünkârîleri görürüm umudu ile yoluna devam etmişti. Harâmîlerin sardığı kolu günden güne kötüleşmiş, daha Saruhan Sancağı’na varmadan tutan kolu tutmaz olmuştu. Günlerce aç bîilaç, cami kapılarından, imaretlerden beslenmek zorunda kaldı. Nihâyet Saruhan’a vardı. Sarayı bulup bahçesinden havalanan kuşları beklemeye başladı. Ancak mavi semâda hayallerindeki gibi kanat çırpan bir tane bile güvercin yoktu. Üç beş gün derken ağzı sürekli semâya açık bu kılıksız molla, hâliyle sarayın muhafızlarının dikkatini çekti. Tez şehzâdeye haber salındı. Kendisine işkence edilerek saltanattaki hangi kardeşin adamı olduğu öğrenilmeye çalışıldı. Ne var ki Kâsım, kuşlardan ve şiirden başka bir şey sayıklamayınca kendisinde korkulacak bir şey olmadığı anlaşıldı. Kâsım, kendisine geldikten sonra da burada ne aradığını anlatmaya koyuldu. Derken haberi alan şehzâde, onu huzuruna buyur etti. Bu inatçı adamın kuşlara olan sevdası, sancakbeyinin dikkatini çekmişti. Lalalarının uyarılarına rağmen şehzâde, günlerce Kâsım ile oturup kalktı. Sabahlara kadar hasbıhâl ettiler. Ondan güzel kuş hikâyeleri ve güzel şiirler dinledi. Bütün bu olanlara güvenen Kâsım, sonunda dayanamamış hünkârî güvercinlerini en azından görmeyi dilemişti. Şehzâde ne yazık ki artık nesli tükenen bu kuşların son bir çiftinin de Dersaâdet’e gönderildiğini, ama isterse saraydaki başka çeşit güvercinlerden ona verebileceğini söyledi. Kâsım, binlerce arşın yolu boşu boşuna geldiğinin farkına varmıştı. Bundan daha kötüsü ise zihninde yarattığı o güzelimkuşları özgürce semâya salamayıp onları senelerce kafasının içinde çırpınıp durmalarına katlanmaktı. Kuşların peşinden gidecek takati yoktu artık. Hem gitse bile bu son çift kuşu da kendisine verecek hâlleri yoktu elbette. Şehzâdenin verdiği heybeleri erzak dolu atla yola koyuldu. Ne var ki yolda yine harâmîlerin saldırısına uğrayacak, memleketine yayan yapıldak dönmek zorunda kalacaktı. Ama bu sefer her şeyi kaptırmamış, şehzâdenin kendisine verdiği Yûsufî mahlaslı Germiyanlı Yûsuf’un şiirlerinin derlendiği kitabı haydutlardan kurtarmıştı. Her şeyi olduğu gibi anlattı da bir tek kuş sarhoşluğu yüzünden ancak yolda hatırlayabildiği şehzâdenin söylediği sözleri anlatmamıştı.

“Yaman olur sizin oranın kılıç ustaları bilirim, küffârın tepesine inen zaferlerimizde katkınız çoktur.” demişti şehzâde. Hattâ, “Tanır mısın bir usta, Remzi Efendi? diye sanki inadına sormuştu da “Hiç bilmem.” diyebilmişti Kâsım.

İşte yatağanı harâmîlere kaptırdığına da en çok o zaman üzülmüştü Kâsım. “Kısmet olursa” diye söze başlamıştı şehzâde.

“Mevlâ tahta çıkmayı nasip ederse Bıçakçızâdelerin elinden çıkma, kaplan pençesi gibi keskin ama, kuş kadar hafif bir yatağan yaptırmak isterim. Tıpkı ecdatlarım gibi.” İşte Molla Kâsım, bütün bunları Gediz Nehri’nin kenarında Germiyanlı Yûsuf’un şiirlerini okurken, daha doğrusu şiirlerin içinde hünkârî kuşlarını ararken düşünüyordu. İçinde hünkârîlerin adı geçmeyen sahifeleri öfkeyle yırtıp, nehrin sularına atıyordu. Bir taraftan da içinde hiç güvercin olmayan şiirleri şehzâdenin kendisine ne için verdiğini anlamaya çabalıyordu. Şiirle dolan ırmak, daha bir mahzun akıyor, âdetâ zaman gibi donuyordu. Neredeyse bu kadar yükün altından kalkamayacaktı. Derken, suyun üstünde  söğüt dallarına tutunarak yüzen sahifelerin her biri bir kuş kanadı oluverdi. Sonra bu kuşlar Kâsım’ın üzerinde dolanmaya başladılar. Ardından, kuşlardan biri başka bir kuşun kanadından tutuverdi ve bütün kuşlar kanat kanada vererek Kâsım’ın darağacında sallanan dedesi kılığında, bir ileri bir geri sallanmaya başladılar. Kendini, yüzlerce hünkârî güvercinin kanat çırpınışlarından çıkan büyüye kaptıran Kâsım, o gün dedesini ırmağın kenarında dirilttiğini zevâta anlatsa da kimse kendisine inanmayacaktı. O da böylece, tıpkı ilk günkü gibi hayranlıkla seyrettiği kuşların, semâda bıraktıkları kanat izlerinin peşinden ayrılmamaya karar vermişti.

Yâ Memât üzerine son rivâyetlerdir.

Etliye sütlüye karışmaz Kuşçubaşı Necmi’den nakledilen bir rivâyete göre, Kâsım’ın başına gelenlere babası Abdülkerim Usta, hiç mi hiç üzülmemişti. Hattâ için için oğlunun başına gelen bu duruma sevinmişti bile. Canını kurtardığına dua etmesi yeterdi de artardı.

Kapalı çarşısı eşrafından aktarılan bir başka rivâyete göre Abdülkerim Usta, torunu olacak cengâveri, en az büyük dedesi Remzi Efendi kadar işinde mâhir bir usta olarak yetiştirmişti. Bıçakçızâdelerin eski şöhreti yerine gelmiş de şehirde bastırmaya tutunmadan tül gibi doğrayan bütün bıçaklar, yine aynı dükkândan çıkmaya başlamıştı. Kâsım ise o günden sonra daha da içine kapanmış, medrese âlimleriyle katıldığı şiir fasıllarına bile uğramaz olmuştu. Varsa yoksa aklı hünkârî güvercinlerindeydi. Hattâ bir rivâyete göre Dersaadet’e gitmenin planlarını yapıyordu.

Müzecibaşı Bahri Efendi’den nakledilen bir rivâyete göre ise harâmîlerin el koyduğu Memât adlı yatağan, essahtan Sultan Murâd’ın yatağanı sanılıp, asırlar boyu elden ele alınıp satılmıştı. Uğrunda nice kanlar akmış, nice ocaklar sönmüştü. Alandan da satandanda eksiltmeden, bir türlü kıyameti karşılayacağı yerini bulamamıştı. Yatağan tüm ecdat yurdunu dolaşıp en son, Devlet-i Aliyye’nin ömrünü tamamlayıp torunların yeni bir devlet kurmalarının ardından Kayseri şehrinde müze olarak kullanılan Hunat Hatun Medresesinde görülmüştü.

Rivâyete göre, cam vitrinin arkasında olanca haşmeti ile öylece, gelen geçene göz kırptığı söylenir. Müzenin dağıtılıp çay bahçesi yapılmasının ardından Memât’ın nerede olduğuna dair hiçbir rivâyette cevap bulunamamıştır. Kimileri Topkapı Sarayı’nın deposuna kaldırıldığını, kimileri ise çok yüklü bir para karşılığı yurt dışına kaçırıldığını anlatıp dururlar. Ama medreseye sabah serinliğinde gelenler, medresenin eyvanına ara ara hünkârî cinsine benzer güvercinlerin konup durduğunu yemin billâh ederek gelene geçene hâlâ anlatırlar.

Tayfun ÇELİK

Yazı divinin hemen altı Paylaşım butonları altı

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu