Kıymetli Yazarlarımızdan SeçmelerMacera HikayeleriMustafa Söylemem

Bahadır Efsanesi Yedinci Bölüm

Bahadır Efsanesi Yedinci Bölüm

Üç günlük zorlu bir yolculuktan sonra Yüksekhisar’a vardılar. Hana yaklaştıklarında iyi giyimli kişilerden oluşan bir kalabalık gördüler. Kalabalıktan uzaklaşan karı koca bir çift vardı kadın kocasını azarlıyordu

“Ne demek inciri satmıyorlarmış, sahibi yokmuş, sıkıştıramadım mı? arabacının eline birkaç altın. Bey sofrasında incir var ama benim, şehrin en zengin adamının kızının sofrasında incir yok, böyle bir şey olamaz!”

Ezik adam çaresizce “Ama karıcığım, arabacı mal sahibinin birkaç güne döneceğini söyledi. Biraz beklesek olmaz mı.”

Kadın “Ne çabuk babam sayesinde zengin olduğunu unuttun, bu gün inciri alacaksın Hulki yoksa seni boşarım!”

Bahadır güleç bir yüz takındı ve çiftin yanına gitti.

“Hanımım ben naçizane mal sahibiyim, sözlerinizi duydum ve bir kantar incir için ne kadar ödeyeceğinizi sormaya geldim. Kadın bağırdı “Kantar’ına on yok, yirmi altın ve bir araba alacağız!” Bahadır “Hanmefendi ben dürüst bir tüccarım o yüzden size kantarını ancak on altına satabilirim.” Bir arabada yirmi kantar mal vardı (Uzun yol olduğundan arabalar çok yüklenmiyor) kalabalığın gözleri önünde Hulki bir araba malı aldı ve yine kalabalığın gözleri önünde iki yüz altını verdi. Kalabalık hayretler içindeydi, çünkü bir kantar incir için on altın vermek çok pahalıydı, en kaliteli hurmanın kantarı dört altındı, en iyi kaysı kurusununki üç altındı ve bunlar esnafın halka satış fiyatıydı. Yani bu fiyatların en az üçte biri esnafın kârıydı. Ancak esnaflar ve evleri için incir almaya gelmiş zenginler elleri boş dönmeyi göze alamadılar, kantar başına on altın vererek tam on beş araba malı bir günde satın aldılar.

Tuğalp “Bahadır, bişeyler döndü ve sen bu inciri çok pahalı sattın, bizim orda incir kurusunun okkası taş çatlasa yedi-sekiz akçeye satılır.”

Yusuf araya girdi “Bu da incirin kantarı en fazla üç altın eder demek.”

Bahadır “Bu incir birinci kalite ve ben bunun kantarını bir buçuk altından aldım.”

Arif “Yine ucuz almışsın onu nasıl yaptın?”

Bahadır “İncirleri Ahmet ağadan henüz dalındayken aldım, parasını erkenden Akhisardayken yollattım bu yüzden bana ucuza geldi.”

Bahadır “Ama bu kalite incirin bizim orda kantar başı toptan satış fiyatı iki altın, esnafın halka sattığı fiyat ise sizin dediğiniz gibi üç altın. İşin aslı yola çıkmadan önce ben burda bu incirleri kantar başı dört- beş altına satmayı umuyordum.”

Tuğalp “Peki ne oldu?”

Bahadır “İncir insanın üzüntüsünü azaltır, hele ki cevizle yenince, haliyle incirin beyi iyileştirmesi bir sebepti tadı da güzeldir bu da bir sebep.  Ama bunlardan çok daha önemlisi var, bey benim tavsiyemle her sofrasına incir koymaya başladı, şehrin zenginleri bey sofrasına ne zaman gitseler inciri önünde gördüler. Tadını da o sofrada tattılar. Kendileri almak isteyince de hiç bir yerde bulamadılar, incir bir anda zenginlik göstergesi, itibar vesilesi haline geldi.”

Arif “Planını anlamıştım ama özentiliğin bu kadar etkili olabileceği aklımın ucundan geçmezdi.”

Bahadır “Zaten değil, manyak kadını hatırlıyormusunuz? Hani şu yıkık kocasını azarlayıp duran?”

Yusuf “Kim unutabilir ki Allah herkesi öyle bir mahlukla evlenmekten korusun.”

Bahadır güldü “Normalde ben özentilik etkisi ile hakkı buralarda dört altın kadar olan inciri altı altından satmayı umuyordum. Ama o manyak kadını sayesinde fiyatı nerdeyse bir kez daha katladım.”

İlhan “Kadının yirmi altın teklifini kabul etmedin çünkü o fiyattan satsaydın başka kimse o fiyattan alacak kadar manyak olmadığından dört araba mal elinde kalacaktı, sadece bir araba mal satabilecektin.”

Bahadır kafasını evet anlamında salladı. İlhan devam etti,

“Ama fiyat on altın olunca ve herkesin gözü önünde bir araba mal aldıklarından diğerleri de incirin bu kadar değerli olduğuna ikna olup sana bu fahiş fiyatı verdiler.” Bahadır tekrar başını salladı.

Tuğalp “Vay canına.” dedi.

Bahadır hanın içine girdi, tüm malını üç yüz atmış altına almaya söz verdiği tüccar onu beklemekteydi. Bahadır adamın önünde parayı saydı ve “Beklemene değmiştir her halde?” dedi. Adam nerdeyse ağlayacaktı, tüm bu yolu bir akçe bile kazanmadan dönmekten kurtulmuştu.

AÇIKLAMALAR (ALTERNATİF TARİH SEVENLER BURAYA!!!)

Burda hikayeye biraz ara verip bazı şeyleri anlatmam gerekiyor, bu hikayedeki Türk devleti Osmanlı ya da Selçuklu değil (Herhalde mekan ve devlet adlarının farklı olmasından anlamışsınızdır), askeri, toplumsal ve yönetimsel bazı farklar var. Bu hikayedeki Türkler (Oğuzlar) atayurtlarından (Orta Asya) Tunguzlar tarafından kovuluyorlar, Tunguzlar Mançuryalılar olarak da bilinen bir göçebe topluluk. Türkler, Moğollar ve Tunguzlar Orta Asya’daki üç göçebe halktır, Tunguzlar Moğollardan ve Türklerden ayrı bir millettir, Tarihte Mançuryalılar olarak da bilinirler, Çinin kuzeyinde yaşarlar(dı). Mançuryalılar normal tarihte bin altıyüzlerde Çinin kontrolünü ele geçirmiştir. Çinliler o filmlerde gördüğünüz saçma sapan at kuyruğunu kendi keyiflerinden değil Mançu imparatorları Çinlilere saçlarını at kuyruğu yapmayı zorunlu kıldığı için yaparlardı.

 Ancak bu hikayede Tunguzlar Çinin kontrolünü dokuz yüzlü yılların başında ele geçirdi ve yenilmez bir güç oldular. Hem Tunguzların süvarilerine hem de Çinin kalabalık piyade gücüne sahip bu yeni Çin imparatorluğu Türkleri inanılmaz bir güç üstünlüğü ile yendi, Türkler Güneybatı yönünde İran’a ve Anadolu’ya doğru kaçtılar Anadolu’nun kapılarını bizdeki gibi 1071’de değil 983’de açtılar. Ancak bu kaçış esnasında Türk boyları bütünlüklerini koruyamadı ve dağılıp birbirine karıştı. Bu durum Selçuklu ve Osmanlı dönemindeki boyları bölerek güçlerini dağıtmaya yönelik iskan politikasını gereksiz kıldı. Aynı zamanda uç beyi uygulamasını da gereksiz kıldı (ortada uç beyi yapılacak boy beyleri yoktu tüm boylar birbirine karışmıştı). Bunun yerine savaşlarda yer alan savaşçılara fethedilen yerlerde kendilerine ait topraklar verildi. Her yeni gelen Türk ailesi kendi toprağı için savaştı ve ele geçirilen yerlerde kendilerine verilen toprağa yerleşti. Bu toprakların aidiyeti Osmanlı ve Selçukluda olduğu gibi devlete değil bireye aitti. Üretim dengesini korumak için, toprakların miras yolu ile aşırı küçük parçalara bölünüp kullanılmaz hale gelmesini önlemek için ve toprakların birkaç zengin toprak sahibinin elinde toplanmaması için bir sürü kanun yaptılar ancak burda o kanunları anlatıp konuyu uzatmayacağım.

Ancak toprak devletin olmayınca tımarlı sipahi diye bir şey de yok. Bunun yerine ilginç bir asker sistemi var birden fazla erkek çocuğu olan aileler yarı yarıya az vergi vermek için on yediden büyük otuz beşten küçük bir erkek evlatlarını asker olarak subaşına kaydettirebiliyorlar, bu çocuk asker olarak kayıtlı olduğu sürece aile yarım vergi veriyor (haliyle bu kadar büyük bir vergi farkı olunca birden fazla erkek evladı olan herkes çocuğunu kaydettiriyor). Ailenin vergi oranına yani varlık seviyesine göre bu askerin donanımı olmak zorunda, yani fakir ailenin çocuğundan sadece bir at, yay ve mızrak olsun yeter denirken zengin ailenin çocuğundan düzgün bir zırha güzel bir kılıca ve elbette yaya sahip olması bekleniyor. Bu askerlere seçeri sipahi (seçeri seçilmiş asker sipahi ise süvari (atlı asker) anlamında) adı veriliyor ve sonbahar kış arası üç ay boyunca subaşının yanında eğitim yapmak zorundalar. Aynı zamanda ne zaman savaş çıksa silahlarını alıp başlarında subaşı eşliğinde savaşa gitmeleri gerekiyor.

Bunun dışında şehirlerde, Başkentte yetiştirilmiş maaşlı askerler bulunuyor. Bunlar aslında yeniçerinin karşılığı ve genelde yayalar fakat yeniçeriler gibi devşirme değiller, ünüformaları da yeniçerilere değil erken dönem Osmanlıdaki yayalara benziyor, yani Miğfer, zincir zırh, yay, ok, kısa kılıç ve kalkan ana silahları. Esas görevleri kale korumak ve kale almak olduğu için bu silahlar ideal. Bu iki işte de epey iyiler. Aynı zamanda kent merkezlerindeki subaşıya bağlı olduklarından kasabalardaki ve köylerdeki seçeri sipahiler gibi yaya çerilerde (kendilerine bu ad veriliyor genelde sadece çeri olarak kısaltılıyor) şehir merkezinde polis/jandarma görevi yapıyorlar. Elbette yaya çeriler profesyonel asker oldukları için lojistikten, istihkama ve kuşatma silahlarının yapım ve bakımına çok işler üstleniyorlar.

Devletle ilgili bir diğer şeyse saltanat durumu, (devletin Osmanlı ya da Selçuklu gibi bir adının olmamasının sebebi de bu) hanedanlar yok, gerçek tarihteki Memlüklere benzer bir şekilde beyler arasından en sevileni beylerin, vezirlerin, yüksek rütbeli komutanların ve yüksek rütbeli kadıların katıldığı bir seçimle ölen sultanın ardından sultan olarak seçiliyor. Sultanın çocuklarının seçime girmeye hakkı var ancak kendisini çok becerikli biri olarak ispatlamadıysa seçilme ihtimali yok. Sultan bir kez seçildikten sonra mutlak yetkilere sahip, ölene kadar istediği beyi ve ya komutanı hiç bir yargılama olmadan görevden alma, malını müsadere etme ve idam etme yetkisi bulunuyor. Bu yetkiler yüzünden sultanın büyük bir otoritesi oluyor.

Bu arada tarih bilgisi kuvvetli olanlar çoktan anlamıştır ama Gulam devleti Memluklerin Fars Şahlığı ise İran’ın karşılığı.

Neyse hikayeye dönelim, inşallah bu ayrıntılarla canınızı fazla sıkmamışımdır.

Hikayeye Devam

Ekip han masasında oturmuş konuşuyordu Tuğalp “Şimdi ne yapacağız Bahadır?” diye sordu. Bahadır biraz başını kaşıdı, “Bekleyeceğiz” Yusuf’a döndü, “bu beylik talimnamesi ile buradan asker alabilirmiyiz?”

Yusuf “Alabiliriz, kaç adam lazım?”

“Planın birinci kısmı için on adam lazım ama onları Atıf beyden alamayız, ikinci kısmı içinse iki yüz atlı lazım.” Bu esnada Yusuf erik hoşafı içiyordu, iki yüz rakamını duyunca ağzındaki hoşafı ortalığa püskürttü. Ardından ağzını silip konuşmaya başladı.

“On adamı bu kadar paran varken çok kolay buluruz ama iki yüz atlıyı bey emri ile bulamayız, beylerin sultan emri ya da acil bir durum yokken seçeri sipahileri toplaması yasaktır.”

Tuğalp “On adamı niye Atıf beyden alamıyoruz?” diye sordu.

Bahadır “Onlar Moğolları avlamak için, Moğollardan birkaçını canlı ele geçirmek için sayıca üstün olmak faydalı olacaktır, ancak biliyorsunuz, yakaladığımız Moğolları sorguladıktan sonra Akhisar’a götürmeliyiz, Atıf beyin duygusallığına güvenemeyeceğimiz gibi şüphelendiğim başka bazı şeyler var. Bu yüzden Moğollardan canlı yakaladıklarımızı Yüksekhisara sokmadan Akhisara götürmeliyiz.”

Ekip başlarını evet anlamında sallayarak ve haklısın diyerek Bahadır’ı onayladı.

Yusuf “Moğolların gelmesine daha iki buçuk hafta var, bu sürede ne yapacağız?”

Bahadır “Ben kılıç ve yay çalışmak niyetindeyim. Bu arada yarın gidip bu şehirdeki zanaatkarlara birkaç şey sipariş edeceğim. Bunun dışında birkaç ticari işim var, size gelince arkadaşlarının şaşkın bakışları arasında her birine ellişer altınlık keseler verdi.

Arif “Bizim maaşımızı bey veriyor Bahadır.” dedi.

Bahadır “Abi, bana görevle ilgili ettiğiniz yardımlar tamam bey maaşınızı verdi yaptınız ama ticaretime ettiğiniz yardımın bir karşılığı olmalı. Bu para size ananızın ak sütü gibi helal.”

Yusuf “Arif itiraz etme, aranızda en zengininiz benim, ben bile en son ne zaman elli altınım oldu hatırlamıyorum. Bırak paranın keyfini çıkaralım.” İlhan sırıtarak handan çıktı, Yusuf “Bu nereye gidiyor?” diye sordu.

Tuğalp “Çarşıda bir küheylan gördü, yüz altına satıyorlardı, her halde elli altına kadar indirtebileceğini sanıyor.”

Yusuf “Küheylanlar çok güzeldir ama atlı okçuluk yapacaksan Türk atı kullanacaksın.” Tuğalp “Zaten sürekli kullanmak için almıyor, bunca yıllık dostluğumuz var, İlhan’ın at yarışı kazanmaya olan merakını bilmiyorsun.” Yusuf başını evet anlamında salladı “Doğru, bizimki bu işlere pek bi meraklıdır.” (Küheylan soylu Arap atı demektir.)

Yusuf “Neredeyse unutuyordum, şu iki yüz atlı ne için lazımdı Bahadır.”

Bahadır “Önce şu Moğolları yakalayalım. Ya da dur, Yusuf sen bir yerlerden iki yüz atlı bulabilirmisin, kaç para gerekir?” Yusuf düşündü “Buralarda paralı asker bulunmaz, belki seçeri sipahilere para versek bizim için savaşırlar diyeceğim ama yapmazlar. Sultan emri olmadan silahlanmak isyana girer.” Bahadır, “O zaman işi zamana bırakalım.”

Bu esnada Bahadır keçi derisi çarıkları ve keçi kılı küllüahı olan bir tüccar fark etti, “Şu adam Kurmançi midir?” diye Yusuf’a sordu Yusuf “olabilir” dedi. Bahadır yerinden kalkıp adamla kısa bir süre bir şeyler konuştu. Yusuf Bahadır’ın yüz ifadesinden bir şeyleri çözmüş olduğunu anladı. Bahadır masadan kalktı “Abi, bi kılıç talimi yapalım.” dedi

Handan dışarı çıktılar, Yusuf’la Bahadır kılıç talimine başladılar. Bir saat sonra İlhan yüzü asık bir biçimde geldi “Bahadır, sen tüccar adamsın şu at tüccarıyla bir de sen pazarlık et.” dedi. Bahadır kılıcını kınına soktu. Bahadır önde İlhan ve Yusuf arkada çarşıya yürümeye başladılar. Bahadır İlhana “Bu iş için kaç paran var?” dedi İlhan “elli yedi altın yirmi iki akçe ve elini cebine attı iki de şundan” elinde gümüş Fars parası vardı, Bahadır boyutlarına bakarak her halde tanesi iki açke ediyordur diye düşündü. Bahadır bu sefer “Toplamda ne kadar paran var.” diye sordu İlhan “elli yedi altın yirmi iki akçe ve elimdeki.” Bahadır iç çekti, Yusuf pek belli etmemeye çalışarak gülüyordu.

At tüccarının yanına vardılar, Bahadır ata yaklaştı, çok güzel doru (kırmızı) bir Arap atıydı, gerçek bir küheylandı. Biraz başını okşadı. Satıcıya dönerek “Kaç paradır bu?” diye sordu Satıcı keyfiyeli, entarili bir Araptı, ağır bir Arap aksanıyla “yüz altın.” dedi. Bahadır Atın başını okşamaya devam ederek “Kaç yarış kazandı bu?” satıcı “Hiç kazanmadı.” dedi. Bahadır Yusuf’a yanaştı kulağına “İlhan benim parayı vermemi mi yoksa adamı dolandırmamı mı istiyor?” dedi Yusuf “Parayı vermeyi teklif edersen İlhan bunu hakaret sayar, hiç bir şey vermeden atı alırsan da bunu hırsızlık olduğundan kabul etmez, kısaca senden mucizevi bir pazarlık bekliyor.”

Bahadır bir iç çekti. At sahibine döndü, “Bu at kaç yaşında.” Adam “Beş” dedi. Tavrı defol git!” der gibiydi. Bahadır, “Yazık bu ata beş yaşına gelmiş ama hiç yarışmamış.” Arap at tüccarı “Paran varsa al istediğin gibi koştur.” dedi. Bahadır “Bu at bize kaça olur.” dedi, tüccar sen kimsin ki der gibi baktı “Yüz on altın olur.” dedi, kendi espirisine kendi güldü. Bahadır oldukça inandırıcı bir rol yaparak öfke ile bağırmaya başladı “Sen bu atı hak etmiyorsun, sen bu atı hak etmiyorsun!” Sonra “Benim gibi bir çocuk bile seni at yarışında yener, hemde bu atı kullanırken!” Adam “Hadi ya!” dedi. Bahadır “onbeş altınına bahse girerim!” diye bağırdı. Arap tüccar “Atını getir de görelim!” dedi. Bahadır İlhana dönerek “Atımı getirir misin?” dedi İlhan hana doğru koşmaya başladı. On beş dakika sonra çarşıdaki insanlar sağa sola kaçışıyordu, İlhan Bahadır’ın atına atlamış ve dört nala handan buraya gelmişti. Bahadır İlhan’ı ilk kez böyle hevesli görüyordu. Kendi kendine bu işi sakın batırma dedi. Arap tüccar Bahadır’ın atının koşuşunu görmüştü, hemen atın genç olduğunu ve türünün oldukça iyi bir örneği olduğunu anlamıştı ama kendi atı en asil at soylarından bir Arap atıydı elbette bu Türk atına kaybetmeyecekti.

Yarışmak için şehrin dışına çıktılar, düz bir alan buldular. Bahadır yaklaşık üç km edecek bir mesafeyi gösterip “Şurdan şuraya yarışacağız, eğer beni geçersen sana onbeş altın vereceğim ben kazanırsam sen bana onbeş altın vereceksin” Arap tüccar sırıttı “sen bilirsin evlat.” Yusuf ve İlhan ne olacağını merakla izliyordu. Yusuf İlhan’a dönüp “Galiba onbeş altını kazanınca tekrar pazarlık edip atı alacak.” dedi. İlhan “İyi de kazanamaz ki.” dedi. Yusuf bu işe akıl erdiremedim diye düşünüp izlemeye başladı.

İlk yarışı yaptılar, iki atta dört nala koşuya başladı, koşu için çok daha iyi olan Arap atı arayı açmaya başlar başlamaz Bahadır atını eşkin koşturmaya başladı (eşkin dört nalın bir alt seviyesi) Arap atı yolun yarısını dört nala gitti. At tüccarı yolu yarıladıktan sonra arkaya baktı ve fark attığını anladı, atını biraz yavaşlattı. Yarış bitince Bahadır tüccarın eline tek tek onbeş altını saydı ardından tekrar bağırmaya başladı “Bu sayılmaz, otuz altına bahsine varım eğer iki tur koşsaydık seni yenerdim.” At tüccarı kesesine girmiş olan onbeş altının keyfiyle “Peki tekrar yarışalım çocuk.” dedi.

 Tekrar yarışa başladılar, bu sefer iki atta eşkin gitti. Bahadır bu sefer daha az farkla yenilmişti. Altınları çıkardı ve adamın eline atmış otuz saydı. Ardından “Hayır bu sadece bahtsızlıktı, dört tur yarışalım, eğer tekrar kaybedersem bu at artık bana yaramaz, sana atmış altının yanı sıra atımı vereceğim!” Tüccar “Yok öyle yağma senin işe yaramaz atınla benim atım bir mi?” dedi Bahadır “Eğer ben kazanırsam sadece atı alacağım.” dedi. Tüccar tekrar kazanacağından emin Bahadırla el sıkıştı. Yarış başladığında İlhan pis pis sırıtıyordu, Yusuf bu sefer Bahadır’ın kesin kazanacağını İlhan’ın sırıtışından anladı. Yarışta uzun süre Arap atı önde gitti, ama dördüncü turun yarısında Bahadır arayı kapadı ve yarışın son iki yüz metresine kadar rakibinin dört beş metre ardından atını koşturdu, sonra anda dört nala atını koşturmaya başladı, Tüccar küheylanını dört nala kaldırdığında yarışın bitmiş olduğunu fark etti.

 Bahadır yarışı kazanmıştı. Tüccar acı içinde bir atına bir Bahadır’a bakıyordu. İlhan ve Yusuf yanlarına geldiler tüccar aksanını çatlata çatlata bağırıyordu “Hayır, siz benim atımı alamazsınız, hem kumar yasak, sizi kadıya şikayet ederim.” Bahadır “Bahisleri kazanıp altınları alırken öyle demiyordun ama”  bu esnada İlhan Adamın ensesine elini attı ve karnına hançerini dayadı “Bak tüccar bozuntusu, eğer anlaşmaya uymazsan burdan canlı çıkamazsın, eğer kadıya gidersen de ertesi güne canlı çıkamazsın.” İlhan adamın gözlerinin içine baktı “Seni öldüreceğimden hiç şüphen olmasın.” dedi. Adam korku içinde kafasını salladı, atı bıraktı, kesesini çıkarttı Bahadır “Para kalsın, biz sadece kazandığımızı istiyoruz.” dedi. Adam başını tekrar sallayıp şehre doğru koşmaya başladı. Bahadır sen ne olduğunu biliyorsun der gibi İlhana bakıp avcunu uzattı, İlhan kesesini çıkardı ve kırkbeş altını Bahadır’ın avcuna saydı. Yusuf, İlhana dönüp “Ben anlamadım, Bahadır’ın son seferde yarışı kazanacağından emindin nereden biliyordun?” İlhan “Arap atları sadece hızlı değildir çok dayanıklıdır, dünyada Arap atlarından daha dayanıklı at çok azdır.” Yusuf “Eee?”

İlhan “Türkmen atı o daha dayanıklı nadir at türlerinden biridir” dedi.

Mustafa Söylemem

  1. Bölüm İçin TIKLAYINIZ
  2. Bölüm İçin TIKLAYINIZ
  3. Bölüm İçin TIKLAYINIZ
  4. Bölüm İçin TIKLAYINIZ
  5. Bölüm İçin TIKLAYINIZ
  6. Bölüm İçin TIKLAYINIZ
  7. Bölüm İçin TIKLAYINIZ
  8. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu