Ağlatan Hikayelerİsmail Samur

Çok Güzel Gerçek Bir Hikaye “Babaannem ve Ben”

Çok Güzel Gerçek Bir Hikaye

   Çok Güzel Gerçek Bir Hikaye “Babaannem ve Ben”   

     Çok değil daha bundan 20 – 30 yıl önce dedeler, nineler; çocuklarıyla, torunlarıyla birlikte otururdu. Ülkede yaşayan insanların refah düzeyi biraz yükselince, ‘medeniyet denen o tek dişi kalmış canavar’ torunları; dedelerin, ninelerin sıcak kucağından almış; gerçek dünyadan uzaklaştırarak, soğuk plastikten yapılmış oyuncakların ortasına, dört duvar arasına atmış. Çocuklar, internet dünyasında ve hayal aleminde yaşamaya başladılar.

       Çocukların bugün nasıl yaşadığını siz benden daha iyi biliyorsunuz. İsterseniz gelin size biz çocukluğumuzu, nasıl yaşadık anlatayım da siz aradaki farkı görün.

       Hayal meyal hatırladığım şeyler var, hala tadı damağımda. Sabah kalkınca kendimizi tabiatın kucağına atar, dışardan içeri girmezdik. O zamanlar her evin önünde küçük bir bahçe, avlu ve bir terslik (hayvanların gübrelerinin atıldığı yer) ve bir küllük (sobanın, ocağın, tandırın külleri ve artık çöplerin biriktirildiği yer) olurdu. Biz bahçede, avluda ve de küllükte oynardık. Her horoz kendi çöplüğünde öter derler ya öyle işte. Toza toprağa bulandığımda babaannem avluda bir leğenin içine beni oturtur, soğuk suyla yıkayıverirdi.. Sonra da tandırda yapılan taze ekmeğin kokusuna, tarhanın tadına doyum olmazdı..

      Benim evde tek arkadaşım babaannemdi. Biz birlikte sevinir, birlikte üzülürdük. Daha doğrusu ben sevinince o da sevinirdi, ben üzülünce o da üzülürdü. Babam kalkar sabah işe gider, annemde ev işlerine koşturur ya da bağa bahçeye giderdi. Evde bir babaannem, bir de ben kalırdık. Daha o zamanlar kardeşlerim doğmamıştı. Beni yanına oturtur saçlarımı okşar, gözlerimin içine öyle tatlı bakardı ki içim ısınırdı. Onun yanına oturunca karnımın ağrıları geçerdi. Kıtlık yıllarıydı. İnsanlar yeteri kadar yiyecek bulamadıklarından, yarı aç yarı tok gezerlerdi, onun yanında  açlığımı unuturdum.

        Bu arkadaşlığımız uzun yıllar sürdü. Ben böyle bir babaannem olduğu için övünüyor, o da benim gibi bir torunu olduğu için seviniyor, sevinci yüzünden okunuyordu. Benim yüzüme baktığı zaman yüzünde güller açardı. Onun yanı dünyanın en güzel yeriydi. Ben onun prensiydim. Bana masal anlatır, ders çalışırken yanımdan ayrılmaz, ben anlatırdım o dinler, canı hiç sıkılmazdı. İlk okulda okuduğum yıllarda beni uzaktan uzağa koruyup kollamaya başlamıştı. Okul bahçesinde oynarken bazen onu uzaktan görür, kendimi gerçekten onun varlığında güvenli hissederdim..

       İlk okulu bitirmiştim. Bizim mahallede orta okul yoktu. O zamanlar çocuklar şimdiki gibi sadece okumayı düşünmez, yavaş yavaş çalışmaya aile bütçesine katkıda bulunmaya başlardı. Benim de orta okula devam etme imkanım yoktu. Öğretmenim başarılı bir öğrenci olduğumu, devam edersem iyi bir meslek edinebileceğimi söylüyorlardı. Babamsa maddi durumu iyi olmamadığı için okutmak istemiyordu. Annem acaba yatılı bir okulamı versek, çocuk zaten yalın kat bu nasıl çalışıp karnını doyuracak diyordu. O zamanlar yatılı parasız öğretmen okulları vardı, müracaat eden herkesi imtihansız kabul ediyordu. O güne kadar pek etliye sütlüye karışmayan babaannem aslan kesilmiş, beni kucağına bastırmış “Ben yavrumu kimselere veremem.” diyordu.

      Nihayet orta okula kaydolmama karar verildi. Babaannemin keyfine diyecek yoktu. Her gün okula giderken okuyup üflüyor, okula yolcu ediyordu. Hiç unutmam bir gün ısrar etmiş okul şapkamın içine bir parça portakal kabuğu yerleştirmeye çalışmıştı. O portakal kabuğu beni kem gözlerden koruyacaktı. Bense karşı çıkmış koydurmamıştım. Bana “Sen bu ailenin tek umudusun, ilk okuyanısın. Herkesin gözü senin üstünde. Sana nasıl baktıklarını görmüyor musun?” dedi. Şapkamın içine kurumuş bir portakal kabuğunu zorla sokmuştu. Onun gözünde ben kıraldım. Kıralların korunması gerektiğine ben de inanmaya başlamıştı.

           Artık yavaş yavaş büyüyor, çocukluktan çıkıyor, yeni yeni arkadaşlar ediniyor, yemekten sonra arkadaşlarımla buluşmaya gidiyordum. Okumak üzere köylerden gelmiş Seyfi gibi Mahmut gibi ev tutmuş arkadaşlarım vardı. Oralarda yetişkinlerin baskısı olmadan gülüyor eğleniyor’ şarkılar şöylüyor, fıkralar anlatıyorduk, bazen akşam yemeklerinde eve gelmiyor, onlarla birlikte yemek yiyor, gece geç saatlerde eve döndüğüm oluyordu. Annem, babam çocuk ders çalışıyor diye bir şey demiyor. O ise buna çok üzülüyor, kötü bir alışkanlık kazanacağımdan korkuyordu, yine de bana birşeyler demiyordu, ama kendini yiyip bitirdiğini görüyordum. Ergenlik çağına girmiştim. Artık hiç şey eskisi gibi olmayacaktı.

         Kalemlere ip bağlayıp halıda balık avladığımız günler geride kalmıştı. Artık kucağına kurulup hikayelerini dinlemiyor, her sarıldığımda hissettiğim o “babaanne kokusu”nu içime dolduramıyor, o büyük sevginin sıcaklığını hissedemiyor, bazı şeylerin yok olmasının acısını taşıyordum. Ergenlik çağına girmiştim, artık kadınlarla, kızlarla arama mesafe koymak gerektiğini sanıyor, ona sarılamıyor, içimdeki kocaman boşluğu nasıl dolduracağımı  da bilemiyordum.

         Artık sadece geceleri ders çalışırken leblebi getirmesine, üşüyünce kazağını üstüme örtmesine filan müsaade ediyordum. Hala o her gördüğünde kucağını açsa da ben pek oralı olmuyor, yanaşmıyordum. O da sokakta orda burda her gördüğüne gururla ‘bu benim torunum’ demekle yetiniyor. Her seferinde ‘okul nasıl, aman öğretmenlerle aranı iyi tut’ diye öğüt vermiyordu, artık.

       Herkesin hayatında önemli insanlar vardır, benim de hayatımdaki en önemli kişi babaannemdi. O benim hem babam, hem de annemdi. Neslinin son örneklerinden biriydi, yitiren sadece biz değildik. Üzüldüğünde gözyaşı dökmekten kaçamayan ama hep saklamaya çalışan, çocukları çok seven, her şeyini paylaşan, öldüğü güne kadar muntazaman namaz kılan, oruç tutan, dürüst, namuslu ve herkesin anne dediği, ömründe karıncayı incitmemiş bir kadındı o… Torunlarına ve çocuklarına bir gün bile kötü bir söz etmemiş, hayatında küfür etmemiş, azarlayan biri olmaktansa, azarlanan biri olmayı tercih etmişti… Her şeye rağmen, hayatın acımasızlığına, hastalığın verdiği acılara, devletin vatandaşlarına biçtiği kıymete rağmen yaşamak için çaba gösteren, ölüm fikrinden nefret eden, aklına bile getirmeyen insandı o.

       Eğer anneniz işi başından aşkın olduğu için size babaanneniz baktıysa, size her baktığında gözlerinin içi güldüyse, işten yorgun argın gelen babanızın  azarlarından sizi hep o koruduysa, hatta ilk torununa hep ” üçüncü oğlum” dediyse, siz de babaannenizi unutamazsınız. Ben babaannemi çok severdim ve hiç unutmadım. Anneannem de aslında altın kalpli bir köylü kadınıydı, ama onun öksüz kalmış bir torunu daha vardı, içgüdüsel olarak onu korumak zorunda olduğundan ben onun yanında hep ikinci planda kalırdım. Bu nedenle olacak anneannemle aramızda hiç sevgi bağı oluşmamıştı, ama babaannenin yeri her daim kalbimim çok özel bir köşesinde durdu ve durmaya devam edecek. Rahat uyu babaanne…

      Ben 5-6 yaşlarına kadar babannemi annem sanmışım. Yani beni annemden almış, senin annen benim, o senin teyzen demiş. Annem de buna seve seve razı olmuş. O zamanlar şimdiki gibi kadınların işlerini kolaylaştıran ev aletleri olmadığı için her şey elle yapılıyor ve kadınlar çocuklarına zaman ayıramıyordu. Düşünsenize bir kere evde su yok, elektrik yok. Şimdiki gibi kalorifer yok, tandır yanacak, aş pişirilecek, hamur yoğrulacak, ekmek yapılacak, mallara bakılacak, don-göynek dikilecek, kirli çamaşırlar akar su başına ocak kurulup yakılacak yıkanacak. Bulgur, gendime, erişte, makarna, tarhana, nişasta, sucuk, pastırma, sızgıt, peynir, çökelek, tereyağı evde yapılacak. Pekmez kaynatılacak, turşu, reçel yapılacak. Hayvanlara bakılacak. Tarla, bağ ve bahçe işleri de kadının görevleri arasında…
       Annemin ev işlerinin yoğunluğu nedeniyle annelik görevini tam olarak yerine getirmesi mümkün olmadığından ve babaannemin de bitmek tükenmek bilmeyen torun sevgisi yüzünden, ben babaannemin çocuğuydum. Peki ben onun kıymetini bilir miydim? Hayır. Maalesef sonrada bilemedim. Gerçekten bu sebebten vicdan azabı çekiyorum. Ne olur beni affet babaanne…

             Halı dokuyormuş, çorap-hırka örüyormuş, yorgan sırıyormuş, divanın üzerine oya yapıyormuş gibi görünse de bir gözü hep bendeydi. Üzerime titrerdi. Arkamdan koşar durur, okuldan gelince sadece o sorar  “Eee nööğordün  bahıyım boun okulda” diye. Herhalde benim dönüşümü beklerdi. Anlattığım “Mıstafa kulamı çekti.”, “Silgimi Kadriye yedi.”, “Harmanda oynadıg.”, “Bugün iki dene guş vuracagdımda gacdı” gibi anlamsız öykülerimi büyük bir ilgiyle, sanki uzun süre görmediği sevgilisi anlatıyormuş da o dinliyormuş gibi sevinçle dinlerdi. Öyle içten, sevecen bakardı ki… bunları kelimelerle ifade etmeye imkan yok.

           – Senin şu universiteyi bitirişini görebilsem keşke…

           – A aa babanne görmez misin hiç yaa…

           – Senin muruvvetini bir görsem… Yok artık o kadar yaşamam ben… Ölür giderim.

           – Amaan babanne öle gonuşma… Benim çocuklarımın da arkasına mendil sokucaksın sen… öğle dimeeee.
       Benzeri diyaloglar acı birer anı olarak kaldı bende.

       Küçükken hep sorarlardı kime benziyorsun diye, babaneme benziyorum derdim. Melek nedir diye sorsalar, babaannemdir derdim. Babaannem, kimseyi kırmayan, içinde hiç bir kötülük barındırmayan, fedakar bir anneydi, fedakar bir babaanneydi. Benim babaennem minik bir dev kadındı. Anne yarısı derler babaanne için, benim için babaannem annemdi…

      İnsanların babaannesi onlara ne ifade eder, tek tek dikkat etmedim ama benim babaannem şuncacık ömrümde iyiliği, iyilik etmeyi, uzlaşmayı, sevmeyi, sevilmeyi simgelemiştir hep. Ben daha küçükken annemle giriştiği, mutfağa hakim olmak üzere gelişen savaştan (kelime çok mu ağır kaçtı acaba), annemin galip gelmesi sonunda birden yaşlanıvermiş bir kadındı babaannem.

      Turşu kurar, tarhana döker, peynir salamurası yapar, kıyma kavurur, nişasta öğütürdü benim babaannem. Gelin olduğunda, henüz 17 yaşında iken, 6 tane yatak serermiş her geceye. Sabahına da o kadar kişinin döküntüsünü toplarmış. Bir yandan yengesinin çocuklarına ve diğer yandan kaynanasına bakmış, bir yandan da asker yolu gözlemiş tam 4 sene! Bir gün pınara dallı güllü bir etek giydiği için kocası bıçak dayamış boynuna, öylesine çılgınca bir hengamede yaşamış, her geçen yıl onu olanca gücüyle yıpratmış, hastalanmış, ama hayata asla küsmemişti.

       Halı dokurdu babaannem. Birçoklarının kolayca çıkaramayacağı motifleri eline alır, birkaç dakika inceler, hiç de zorlanmadan tıpkısını çok kısa sürede dokurdu. Sanırım dokuduğu halıların tüm ipleri ile dünyanın etrafı da birkaç kez dönülebilir. Ben kitap okurdum, o dokurdu. Ben bir kitap  bitirene kadar o bir karış örerdi. Her halı bittiğinde ölçer benim kaç kitap okuduğumu hesaplardık. Mezura kullanmaz, uzunluğu ayarlamak için karışını kullanırdı. Böylece beni hem mutlu hem de mahcup kılardı. Mahcubum çünkü o benim bazen gözümün içine bakar. Vadem doluyor, derdi gözleriyle. Ben ise gözlerimle, ah, derdim. Ah.. Bir bilsen neler neler düşündüğümü derdim. Sonra kaçırırdım gözlerimi biçare.

       Eskiden, ben çiroz bir çocukken beni babamdan bile korumaya çalışan, üstüme kol kanat geren, beni kuş sütüyle besleyen o kadının son zamanlarda dudakları etrafında kırışıklar, yüzünde lekeler çoğalmış, vücut ufalmış; yürürken zemini gümbürdeten kadının bacakları vücudunu çekemez olmuştu. Minik bir kuş gibi yürümek onun da pek tercihi değildi ama elinden de başkası gelmiyordu.

      Babaannem kardeşlerinin en küçüğüymüş, tabiri caiz ise tekne kazıntısı imiş. Onun bir annesi bir babası olduğunu kendinden duyduğumda şaşırdığım günü hala çok iyi anımsıyorum. Babaanne denen kişinin ailesini düşünemezken üstüne onun da bir çocuk olduğunu öğrenmek o çocuğun müstakbel torunu için çok ama çok ağır bir hakikat. Babaannemin de bir vakitler çocuk olduğunu öğrendiğimde gerçekten çok şaşırmıştım.

       Yıllar geçtikçe daha çok anladığım, daha çok düşündüğüm, daha çok özlediğim, daha çok sevdiğim kadının.. Zamanında neden sözüne kula vermedim, neden anlattıklarını not etmedim, neden onunla bir kez olsun köyüne gitmedim, neden süt kokulu ellerinden bin bardak su içtimde; bir bardak soğuk ayran yapıp ona vermedim, neden çarşıdan bir kola alıp da babaanne al şunu da sen  iç demedim  diye hayıflanıyorum…

        İki belik ördüğü kınalı saçlarını önce pullu fese, sonra sabun kokan başörtüsüne saklayandı. Yiğitti, çalışkandı, üretkendi.  Sık sık “Allahım gene mi alamayacaksın canımı” demesine rağmen, hayata dört elle sarılandı. Hepimizi ezip geçen feodal düzenin öfkesini ondan çıkarırdık bazen… O ise şunu dedi bana yalnızca ” Okumayı sakın bırakma!” Ahh babaanne… Ahhh…

         Aklım ereliberi bronşit ile cebelleşen, buna rağmen hep çalışkan ve üretken olan, tutumlu bir insandı… Söylediği ninniler hala kulağımda, çok güzellerdi…

        İsmail Samur

etiketler: 

hikaye, hikaye oku, hikaye okuma, öykü, anı, geçmiş, masal, babaannem, babaanne hikayeleri, babaannem ve ben, çok güzel hikaye, anlamlı hikayeler, duygusal hikayeler, gerçek hikayeler, yaşanmış hikayeler, geçmişten hikayeler, anılar, 

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu