Dehşet ÖyküleriKorku Hikayeleri

Korkularımızın Hikayeleri

Korkularımızın Hikayeleri; “Papazın Siyah Peçesi”

Korkularımızın Hikayeleri; Zangoç, Milford kilisesinin avlusunda dikilmiş, çanın ipine var gücüyle asılıyordu. Köyün ihtiyarları sokağın oradan iki büklüm geliyorlardı. Çocuklar, yüzleri pırıl pırıl, anne babalarının yanı sıra şen şakrak ilerliyor, kimileri de pazar giysilerinin gururu içinde ağırbaşlı bir edayla yürüyorlardı. İki dirhem bir çekirdek bekârlar, güzel kızlara kaçamak bakışlar fırlatıyor, Sebt gününün parlak ışığının onları hafta içinde olduklarından daha da güzelleştirdiğini geçiriyorlardı akıllarından. Kilisenin avlusu iyice kalabalıklaşınca, zangoç gözünü Muhterem Bay Hooper’ın kapısından ayırmadan bir kez daha çanın ipine asıldı. Papazın görünmesiyle çanın susması bir oldu.

Zangoç, şaşkınlık içinde, “O da ne, aziz Vaiz Hooperımızın yüzünde ne var öyle?” diye bağırdı.

Zangocu duyan herkes hemen başını çevirdi ve ağır adımlarla dalgın dalgın kiliseye doğru gelmekte olan Bay Hooper’a baktı. Sanki Bay Hooper’ın kürsüsüne geçmek üzere gelmiş, hiç tanımadıkları bir papaz vardı karşılarında; büyük bir şaşkınlık içinde bir ağızdan fısıldaşmaya başladılar.

Gray Efendi, zangoca, “Bunun bizim vaiz olduğundan emin misin?” diye soracak oldu.

“Bu hiç kuşkusuz bizim aziz Bay Hooper,” diye yanıtladı zangoç. “Westbury’deki Vaiz Shute ile kürsü değiştireceklerdi; ama Vaiz Shute dün bir cenaze merasiminde vaaz vereceğini bildirerek affını rica etti.”

İnsanların bu kadar şaşırmaları biraz ölçüsüz gelebilir. Otuz yaşlarında beyefendi bir insan olan Bay Hooper, hâlâ bekâr olmasına karşın, sanki karısı yakalığını özene bezene kolalamış, hafta boyunca tozlanan giysisini pazar günü için paklamış gibi, bir papaza yaraşır biçimde temiz pak giyinmişti. Görünüşünde olağan dışı tek bir şey vardı. Bay Hooper, alnından başlayıp bütün yüzünü örten, soluk alıp verirken hafifçe titreşen, siyah bir peçe takmıştı. Daha yakından bakıldığında, peçenin, ağzı ve çenesi dışında yüzünün bütün hatlarını gizleyen, canlı ve cansız her şeye karanlık bir görünüm vermekle birlikte görmesini engellemediği anlaşılan iki kat tülden oluştuğu görülüyordu. Aziz Bay Hooper, yüzünü örten bu kasvetli örtüyle, ağır ağır ve sessizce, dalgın insanlarda sıkça görüldüğü üzere omuzlarını hafifçe düşürerek ve yere bakarak ilerledi, ama kendisini hâlâ kilisenin merdivenlerinde beklemekte olan cemaatini başıyla kibarca selamlamaktan da geri kalmadı. Gelgelelim, herkes o kadar şaşkındı ki rahibin selamı karşılıksız kaldı.

Zangoç, “Bana öyle geliyor ki,” dedi, “bu tül parçasının arkasındaki aziz Bay Hooper’ın yüzü değil sanki.”

İhtiyar kadının biri, aksak ayak kiliseye girerken, “Hiç hoş değil,” diye söylendi. “Suratını örtünce korkunç bir şey olmuş çıkmış.”

Gray Efendi, eşikten adımını atarken, “Bizim vaiz aklını kaçırmış!” diye bağırdı.

Kilisenin içinde, Bay Hooper’ın başına olağanüstü bir şey geldiğine dair bir söylenti dolaştı ve bütün cemaati heyecana getirdi. Birkaçı başlarını kapıya çevirmekten kaçındıysa da pek çoğu ayakta durmuş, başlarını doğruca kapıya çevirmişti; bu arada birkaç oğlan tutunarak sıralara tırmanıyor, sonra korkunç bir şamatayla aşağıya atlıyordu. Rahibin kiliseye gireceği sırada görülen her zamanki sessiz bekleyişe hiç de uygun düşmeyen bir biçimde, ortalık ana baba gününe dönmüştü, kadınların uzun giysilerinin hışırtıları erkeklerin ayaklarından çıkan gıcırtılara karışıyordu. Ama Bay Hooper cemaatindeki tedirginliğin farkında değil gibiydi. Usulcacık içeri girdi, iki yandaki sıraları başıyla hafifçe selamladı, cemaatinin en yaşlı üyesinin, sıraların arasındaki yolun tam ortasındaki bir koltukta oturan beyaz saçlı piri faninin önünden geçerken eğilerek selam verdi. Bu muhterem insanın, rahibinin yüzündeki olağan dışılığın yavaş yavaş farkına varışını izlemek garibinize gidebilirdi. Bay Hooper basamakları çıkıp kürsüde görününceye kadar muhteremin kilisedeki şaşkınlığı paylaştığı pek söylenemezdi; ta ki, Bay Hooper cemaatinin karşısında yüzündeki siyah peçeyle belirene kadar. Bu esrarengiz perde bir an bile açılmamıştı. Mezmurları okurken soluk alıp verişiyle salınıyor; Kitabı Mukaddes’i okurken onunla kutsal sözler arasına bir esrar perdesi gibi giriyor; dua ederken yukarı kaldırdığı yüzünü olduğu gibi kaplıyordu. Yoksa yüzünü seslenmekte olduğu Ulu Tanrı’dan gizlemek mi istiyordu?

Bu basit bez parçası o kadar etkili oldu ki, sinirleri zayıf birkaç kadın kiliseyi terk etmek zorunda kaldı. Ama rahibin yüzündeki siyah peçe cemaate ne kadar ürkütücü geliyorsa, beti benzi kireç gibi olmuş cemaat de rahibe nerdeyse o kadar ürkünç geliyordu belki de. Bay Hooper iyi bir vaiz olarak tanınırdı, ama hani o aman tanımaz vaizlerden değildi: Cemaatini Cennet yoluna Kitabı Mukaddes’ten yıldırımlar yağdırarak değil de, sevecen, inandırıcı sözlerle çekmeye çalışırdı. Şimdi vermekte olduğu vaaz da, her zamanki kürsü hitabetinin üslup ve tarzıyla aynı özellikleri taşımaktaydı. Ama ya bu vaazın aşırı duyarlılığından gelen ya da dinleyenlerin hayal gücünden doğan öyle bir şey vardı ki, onu bugüne kadar vaizlerinin dudaklarından dökülen sözlerin en güçlüsü kılıyordu. Bay Hooper’ın mizacındaki o incecik hüzne her zamankinden daha gizemli bir hava veriyordu. Konu, gizli günaha, en yakınlarımız ve sevdiklerimizden bile gizlediğimiz, hatta Her Şeyi Bilen Yüce Tanrı’nın bulup ortaya çıkarabileceğini unutarak kendi bilincimizden bile saklı tuttuğumuz iç karartıcı sırlara göndermeler içeriyordu. Sözlerinde kıvrak bir gücün soluğu geziniyordu. Cemaatin en masum genç kızdan en taş yürekli erkeğine kadar her bir üyesi, vaizin ürkünç peçesinin gerisinden içlerine sezdirmeden sokulduğu ve o güne kadar yaptıklarında ya da akıllarından geçirdiklerinde birikmiş günahları keşfettiği hissine kapılıyordu. Pek çoğu kavuşturdukları ellerini çözüp göğsüne götürmüştü. Bay Hooper’ın söylediklerinde korku verici hiçbir şey, en küçük şiddet olmamakla birlikte, onun kasvetli sesinin her titreşiminde dinleyenler de tir tir titriyorlardı. Duygudaşlık da taşıyan bu beklenmedik nahoş merhamet duygusuna huşu da eşlik ediyordu. Dinleyenler rahiplerinin bu hiç beklenmedik halinin etkisini o kadar iliklerinde duymuşlardı ki, bir esinti çıksın da peçeyi aralasın diye içleri gidiyordu; o zaman, Bay Hooper’ın şekli şemaili, elini kolunu oynatışı ve sesi değişmese de peçenin altından bir başkasının çehresinin görüneceğine handiyse inanıyorlardı.

İnsanlar, ayin biter bitmez, o ana kadar bastırdıkları şaşkınlıklarını paylaşmak için yanıp tutuşarak ve siyah peçenin gözlerinin önünden gitmesiyle rahat bir nefes alacaklarının ayırdında, hiç de yakışık almayan bir itiş kakış içinde dışarı fırladılar; bazıları, küçük halkalar oluşturmuş, birbirlerine sımsıkı sokulmuş, fısıldaşıyordu; bazıları hiç ses etmeden derin düşünceler içinde bir başlarına evlerinin yolunu tutmuştu; bazıları da bağıra bağıra konuşuyor, Sebt gününü hiçe sayarak kahkahalar patlatıyordu. Birkaçı, sırrı çözebileceğini sezindirerek bilgiç bilgiç başını sallıyor; bir ikisi ise, ortalıkta sır falan olmadığını, Bay Hooper’ın gece lambasının ışığında okumaktan gözleri zayıf düştüğü için bir siperliğe gerek duymuş olabileceğini ileri sürüyordu. Kısa bir süre sonra sürüsünün arkasından Bay Hooper da dışarıya çıktı. Peçeli yüzünü bir o gruba bir bu gruba çevirerek, ak saçlılara saygılarını sundu, orta yaşlıları arkadaşları ve ruhani rehberleri olarak sevecen bir vakarla selamladı, gençleri hem buyurgan hem de sevgi dolu bir edayla esenledi, küçük çocukları ellerini başlarına koyarak kutsadı. Sebt günlerinde hep böyle yapardı. Yine de, gösterdiği bu incelik garipseyen ve afallamış bakışlarla karşılandı. Hiçbiri, daha önce olduğu gibi papazlarının yanında yürüme onuruna erişmeye yanaşmadı. İhtiyar köy ağası Saunders, hiç kuşkusuz o anda birden unutmuş olacak ki, papaz efendinin köye geldiğinden beri hemen her pazar yemeği kutsamasının bir alışkanlık olup çıktığı sofrasına Bay Hooper’ı davet etmedi. Dolayısıyla o da papaz evine döndü; tam kapıyı kapatmak üzereyken başını çevirip insanlara baktı ve hepsinin gözlerini dikmiş kendisine bakmakta olduğunu gördü. Bay Hooper kapının ardında kaybolurken, siyah peçenin altından ışır gibi olan hüzünlü bir gülümseyiş hâlâ dudaklarında titreşerek dolaşıyordu.

Kadının biri, “Ne kadar tuhaf,” dedi, “herhangi bir kadının şapkasına takabileceği sıradan bir siyah tül, Bay Hooper’ın yüzünde korkunç bir şey olup çıkmış.”

Kadının köyün hekimi olan kocası da, “Bay Hooper’ın aklından zoru olmalı,” diye bir yorum yaptı. “Ama işin en tuhaf yanı, bu garabetin, benim gibi aklı ermiş bir adamı bile bu kadar sarsmış olması. Bu siyah peçe papazımızın yalnızca yüzünü örtse de, belli ki tüm varlığını etkilemiş, onu tepeden tırnağa bir hortlağa çevirmiş. Sana da öyle gelmedi mi?”

“Gerçekten de öyle,” diye yanıtladı kadın; “onunla dünyada yalnız kalmak istemem. Kendi başına kaldığında hiç korkmuyor mu acaba!”

“Erkekler bazen böyledir,” dedi kocası.

Öğleden sonraki ayinde de değişen bir şey olmadı. Ayin sona erdiğinde, çan sesleri bir genç kızın cenaze töreninin haberini verdi. Akrabaları ve yakınları evde toplanmışlardı, uzaktan tanıyanlar ise kapının önünde duruyorlardı; merhumenin ne kadar iyi bir insan olduğundan söz ediyorlardı ki, Bay Hooper’ın yüzünde siyah peçesiyle görünmesiyle konuşmaların kesilmesi bir oldu. Şimdi tam yerini bulmuştu bu siyah peçe. Papaz cenazenin bulunduğu odaya girdi, cemaatinin hayata gözlerini yummuş bu üyesiyle son bir kez vedalaşmak için tabuta eğildi. Eğilince peçe alnından aşağı sarktı; hani, ölmüş genç kızın gözleri bir daha açılmamak üzere kapanmış olmasa, papazın yüzünü görmesi işten değildi. Bay Hooper peçesini yüzüne o kadar büyük telaşla çekiverdi ki, genç kızın bakışından ürkmüş olduğu sanılabilirdi. Ölü ile diri arasındaki bu görüşmeyi izleyen biri, papazın yüzü görünür görünmez, cesedin yüzündeki ölüm kımıltısızlığı bozulmaksızın üstündeki örtüyü ve başındaki muslin başlığı hışırdatarak hafifçe titrediğini doğrulamakta duraksamazdı. Bu akıl sır ermez olayın biricik tanığı batıl inançları olan ihtiyar bir kadındı. Bay Hooper tabutun başından ayrılıp yaslı akrabaların bulunduğu odaya, oradan da merdivenin başına geçerek cenaze duasını okumaya başladı. İnsanın içine işleyen, hüzünlü ve yürek paralayıcı bir duaydı; ama öyle ilahi umutlarla yüklüydü ki, papazın en dokunaklı vurguları arasından, ölenin parmaklarının gezindiği semavi bir arpın ezgileri kulağa çalınıyordu sanki. İnsanlar dinlerken titriyorlardı, ama duasında onların, kendisinin ve bütün ölümlülerin tam da bu genç kızın başına geldiği gibi yüzlerindeki peçenin indirileceği o dehşet verici ana hazır olmaları gerektiğini söyleyen rahibin dediklerinin pek ayırdında değildiler. Tabuta omuz verenler evden ağır ağır çıktılar, yaslı akrabalar da onları izledi, önlerinde cenaze, arkasında siyah peçesiyle Bay Hooper, sokağı boylu boyunca kedere boğdular.

Cenaze alayındaki bir adam, yanındaki eşine, “Neden arkana baktın öyle?” diye sordu.

Kadın, “Az önce bir hayal gördüm,” diye yanıtladı, “papaz ile genç kızın ruhu el ele tutuşmuş yürüyorlardı.”

Adam, “Aynı anda ben de gördüm o hayali,” dedi.

Milford köyünün bu en yüce gönüllü çifti o gece bir düğüne katılacaktı. Bay Hooper, hüzünlü bir adam olarak görülmesine karşın, böyle toplantılarda çoğu zaman sevimli gülümseyişiyle eğlentiyi daha da keyifli kılan dingin bir neşeye bürünürdü. Yaradılışının en sevilen yanı da buydu zaten. Düğüne katılanlar, bütün gün çevresini sarmış olan o tuhaf ürkütücülüğün artık dağılacağını umarak papazın gelişini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Ama bekledikleri gibi olmadı. Bay Hooper geldiğinde, gözlerini diktikleri ilk şey, cenaze törenine daha da derin bir keder kattığı gibi düğüne de uğursuzluktan başka bir şey getiremeyecek olan o ürkünç siyah peçe oldu yine. Konuklar, o saat, siyah peçenin altından kara bir bulut sıyrılmış da mumların ışığını köreltmiş hissine kapıldılar. Gelinle damat papazın önünde durdular. Ama gelinin buz gibi olmuş parmakları damadın ürperen elinde titriyordu; yüzündeki ölüm solgunluğu, birkaç saat önce toprağa verilen genç kızın mezarından kalkıp evlenmeye geldiği yolunda fısıldaşmalara yol açtı. Bundan daha kasvetli bir düğün olmuşsa, o da düğünde cenaze çanı çalınanı olsa gerek. Bay Hooper, töreni bitirdikten sonra, konukların yüzlerini ocaktan yansıyan neşeli bir parıltı gibi ışıtacak hoş sözlerle yeni evli çifte mutluluklar dileyerek şarap kadehini kaldırıp dudaklarına götürdü. İşte tam o anda, gözüne aynadaki sureti çarpınca, siyah peçe ruhuna öteki bütün duygulara baskın çıkan bir dehşet saldı. Tepeden tırnağa sarsıldı, dudakları bembeyaz oldu, henüz içemediği şarabı yere döktü ve kendini dışarıya atıp karanlığa karıştı. Çünkü Yeryüzü de kendi Siyah Peçe’sine bürünmüştü.

Ertesi gün Milford köyünde Vaiz Hooper’ın siyah peçesinden başka bir şey konuşulmuyordu. İki ahbap sokakta karşılaşmayagörsün söz hemen o siyah peçe ve ardındaki sırdan açılıyor, akıllı uslu kadınlar pencerelerinden bu konunun dedikodusunu yapıyorlardı. Hancı konuklarına ilk bu haberi yetiştiriyordu. Okula giderken gevezelik eden çocukların dilinde de bu olay vardı. Yüzüne eski püskü bir siyah mendil bağlayan muzip bir yumurcak, arkadaşlarını o kadar korkuttu ki, sonunda kendisinin de ödü patladı, şaka yapayım derken az daha aklı başından gidiyordu.

Bölgesindeki her şeye burnunu sokan kendini bilmezlerden bir tekinin bile Bay Hooper’a bu işi neden yaptığını açıkça sormayı göze alamaması şaşırtıcıydı. Bay Hooper o güne kadar en küçük bir gereklilik duyduğunda birilerine danışmaktan kaçınmamış, kendisine yol gösterilmesinden gocunmamıştı. Eğer bir hata yapmışsa bile, artık kendisine acı veren ölçülere varan bir özgüven eksikliğindendi; en hafif bir suçlama, önemsiz bir davranışını bile suç saymasına yol açabilirdi. Yine de, onun bu samimi zaafını çok iyi bildikleri halde cemaatinden tek bir kişi olsun siyah peçe konusunda dostça bir sitemde bulunmaya bile yanaşmadı. Ne açıkça dile getirilen, ne de titizlikle gizlenen, ama herkesin sorumluluğu birbirinin üstüne atmasına yol açan bir korku hissediliyordu; ta ki, sonunda, siyah peçenin bir skandala dönüşmesine fırsat vermeden bu sırrı çözmek üzere Bay Hooper’a bir kilise heyeti gönderilmesinin uygun görülmesine kadar. Ancak hiçbir elçilik heyeti görevini bu kadar kötü yapmamış olsa gerek. Papaz, heyettekileri candan bir nezaketle karşıladıysa da, herkes yerini aldıktan sonra susup oturdu, üstlendikleri ciddi görevi dile getirmenin bütün zorluğunu ziyaretlerinin sırtına yükledi. Konu, kolayca kestirilebileceği gibi, çok açıktı. Bay Hooper’ın alnına sarılı siyah peçe aşağı uzanarak, ara sıra hüzünlü bir gülümseyişin gezindiğini fark ettikleri soluk dudaklarının üstünde kalan yüzünün bütün hatlarını örtüyordu. Ama bu tül parçasını, papazın yüreğini örtüyormuş, onunla kendileri arasındaki ürkünç bir sırrın simgesiymiş gibi tahayyül ediyorlardı. Peçe bir açılsa rahat rahat konuşacaklardı, ama bir türlü açılmıyordu. Böylece uzunca bir süre, hiç konuşmadan, ne yapacaklarını bilemeden, Bay Hooper’ın üzerlerine dikilmiş olduğunu sezdikleri görünmez bakışından tedirgin olarak öylece oturdular. Ve sonunda utana sıkıla kendilerini görevlendirenlerin yanına döndüler; sorunun, sinod değilse de bir kiliseler kurulu toplanmadıkça çözülemeyecek kadar ciddi olduğunu bildirdiler.

Ama köyde, herkesin yüreğini ürperten bu siyah peçenin dehşete düşüremediği bir kişi vardı. Heyettekiler hiçbir açıklamada bulunmadan, dahası bir açıklama istemeyi bile göze alamadan geri dönünce, bu kişi kişiliğinin serinkanlı gücüyle, Bay Hooper’ın çevresine her an biraz daha karararak çöken o tuhaf bulutu dağıtmaya karar verdi. Bay Hooper’ın sözlüsü olarak, siyah peçenin neyi gizlediğini öğrenmeye hakkı olsa gerekti. O yüzden, papazın ilk ziyaretinde doğruca konuya girerek, işi hem onun hem de kendisi için kolaylaştırdı. Papaz karşısına oturur oturmaz, gözlerini peçeye diktiyse de, köy halkını o kadar ürkütmüş olan bu peçeyi hiç de korkunç bulmadı: Altı üstü, papazın alnından ağzına kadar inen, nefes alıp verdikçe hafifçe salınan iki kat tüldü.

Yüksek sesle, “Hayır,” dedi gülümseyerek, “bu tül parçasının korkutucu bir yanı yok, bakmaktan her zaman hoşlandığım bir yüzü gizlemesinden başka. Hadi, güzel efendim, dağılsın şu bulut da güneş açsın. Çıkarıp atın şu siyah peçenizi de, söyleyin neden taktınız onu.”

Bay Hooper belli belirsiz gülümsedi.

“Hepimizin peçelerini çıkarıp atacağı vakit gelecek,” dedi. “Bu tül parçasını o vakte kadar çıkarmazsam lütfen bana küsme, cancağzım.”

Genç kadın, “Sizin sözleriniz de esrarengiz,” diye yanıt verdi. “Hiç olmazsa sözlerinizdeki peçeyi çıkarın.”

“Çıkarmayacağım, Elizabeth,” dedi papaz, “yemin ettim bir kere. Bu peçenin bir mühür, bir simge olduğunu bilesin ve ben bunu aydınlıkta ve karanlıkta, yalnızken ve bir yığın insanın karşısında, yabancıların önünde de, en yakın dostlarımlayken de hep takmaya mecburum. Hiçbir ölümlünün gözü önünde indirmeyeceğim onu. Bu kasvetli perde beni dünyadan ayırmalı: Elizabeth, sen bile bu perdenin ardına geçemezsin!” Genç kadın, direterek, “Gözlerinize sonsuza dek karanlık bir perde çektirecek kadar nedir sizi kahreden?” diye soracak oldu.

“Bu bir yas belirtisiyse,” diye karşılık verdi Bay Hooper, “belki ölümlülerin çoğu gibi benim de bir siyah peçeyle mühürlenecek kadar derin dertlerim vardır.”

“Ama ya herkes bunun masum bir derdin mührü olduğuna inanmıyorsa,” diye dayattı Elizabeth. “Ne kadar sevilirseniz sevilin, ne kadar sayılırsanız sayılın, yüzünüzü gizli bir günah yüzünden gizliyorsunuz diye lakırdı çıkabilir. Kutsal görevinizin yüzü suyu hürmetine engel olun bu karalamaya!”

Köyde çoktan ayyuka çıkmış olan bu söylentileri sezindirmeye çalışırken genç kadının yanakları al al olmuştu. Ama Bay Hooper sükûnetini bozmadı. Hatta bir kez daha gülümsedi – peçenin ardındaki bilinmezliğin içinden hep hafifçe ışıyıveren o aynı hüzünlü gülümseyişti.

Papaz, “Yüzümü kederden gizliyorsam, fazla söze ne hacet; yok, gizli bir günah yüzünden örtüyorsam, hangi ölümlü dışında tutulabilir ki bunun?” diye yanıtlamakla yetindi.

Ve bu uysal, ama kararlı inatçılıkla genç kadının bütün üstelemelerinin karşısına dikildi. Sonunda Elizabeth suspus oldu. Bir süre, herhalde sevdiği adamı eğer başka bir anlamı yoksa belki de bir ruh hastalığının belirtisi olan bu karanlık hayal âleminden çekip almanın başka yollarını arayarak düşünceye daldı. Ondan daha güçlü bir kişiliği olmasına karşın, gözyaşlarını tutamadı. Ama bir anda hüznün yerini yeni bir duygu aldı sanki: Gözleri amansızca siyah peçeye dikilmiş, birden alacakaranlık çökmüş gibi peçenin olanca dehşeti bedenini sarmıştı. Yerinden kalktı, papazın karşısında titriyordu.

“Demek sonunda sen de hissettin?” dedi Bay Hooper kedere bürünerek.

Genç kadın yanıt vermeden eliyle gözlerini kapattı ve odadan çıkmak üzere döndü. Papaz öne atılıp kolunu yakaladı.

“Bana karşı sabrın tükenmesin, Elizabeth!” diye haykırdı kendinden geçmişçesine. “Bu peçenin bu dünyada ikimizin arasında durması gerekse bile terk etme beni. Benim ol, öbür dünyada yüzümde hiçbir peçe olmayacak, ruhlarımızın arasına hiçbir karanlık giremeyecek! Ölümlülere mahsus bir peçe bu – sonsuza kadar kalmayacak yüzümde. Ah! Bilemezsin ne kadar yalnızım, siyah peçemin ardında yalnız kalmaktan ne kadar korkuyorum. Beni sonsuza kadar bu yürekler acısı belirsizliğin içinde bırakma!”

“Peçeyi bir kereliğine kaldırın ve yüzüme bakın,” dedi genç kadın.

“Asla! Olamaz!” diye yanıtladı Bay Hooper.

“O zaman elveda!” dedi Elizabeth.

Kolunu papazın elinden kurtarıp ağır ağır uzaklaştı, kapıda durup siyah peçenin sırrını aralamaya çalışırcasına uzun uzun ürpertici bir bakış fırlattı. Ama Bay Hooper bu kederli halinde bile, saldığı dehşet birbirine bu kadar düşkün iki sevgilinin arasına kara bir perde çekmiş olsa da, kendisini mutluluktan ayrı düşüren şeyin yalnızca maddi bir simge olduğunu düşünerek gülümsedi.

O günden sonra hiç kimse Bay Hooper’ın siyah peçesini açmaya çalışmaya ya da doğrudan kendisine başvurarak siyah peçenin sakladığı sanılan sırrı keşfetmeye kalkışmadı. Yaygın önyargıya aldırmayan kişilerin gözünde, bu, aklı başında sayılabilecek insanların ağırbaşlı davranışlarına bile sık sık sirayet edebilen ve onlara biraz kaçıklık havası katan eksantrik bir hevesten başka bir şey değildi. Ama Bay Hooperımız çoğunluğun gözünde bir öcü olup çıkmıştı. Kibar ve ürkek kişilerin onunla karşılaşmayalım diye yollarını değiştirdiklerinin, bazılarının da karşısına dikilme saygısızlığında bulunmaktan çekinmediklerinin ayırdında olduğundan, sokakta gönül rahatlığıyla yürüyemez olmuştu. Bu ikincilerin küstahlığı yüzünden, her gün günbatımında mezarlığa kadar yaptığı yürüyüşten vazgeçmek zorunda kalmıştı; çünkü düşüncelere dalarak mezarlığın kapısına yaslandığında, hep mezar taşlarının arkasında siyah peçesine kaçamak bakışlar fırlatan yüzlerle karşılaşıyordu. Onu oraya sürükleyenin ölülerin bakışları olduğu yolunda bir lakırdı dolaşıyordu. Şen şakrak oynayan çocukların onun yürek karartıcı görüntüsünü daha uzaktan görür görmez kaçışmaları bu karıncaezmez adamın bağrını deliyordu. Çocukların bu içgüdüsel korkusu, siyah tülün ilmekleriyle akıl sır ermez bir dehşetin örüldüğünü geçiriyordu yüreğinden. Aslına bakılırsa, peçeden kendisi de o kadar nefret ediyordu ki, bir aynanın önünden geçmemek için elinden geleni yaptığı gibi, durgun suyunda kendini görür de korkuya kapılır diye dingin bir pınardan asla su içmiyordu. Bu da, Bay Hooper’ın, tümüyle gizlenemeyecek, hatta ima bile edilemeyecek kadar korkunç bir suç yüzünden vicdan azabı çektiği yolundaki fısıltılara inandırıcılık katıyordu. Böylece, siyah peçenin altından yükselerek gün ışığını karartan bir bulut, belirsiz bir günah ya da yürek karası, bahtsız papazı sarıp kuşatıyor, sevginin de merhametin de ona erişmesini olanaksız kılıyordu. Dediklerine göre, cinler, iblisler yanından ayrılmıyordu. Hem kendinden ürkerek, hem de çevresine dehşet saçarak hep o siyah peçenin gölgesinde dolaşıyor, ruhunun karanlığında el yordamıyla ilerlemeye çalışıyor ya da tüm dünyayı hüzne boğan bir perdenin aralığından bakıyordu. Artık en aman tanımaz rüzgârın bile, onun bu ürkünç sırrına saygı duyduğu için peçesini yüzünden sıyırmaya kalkışmadığına inanılıyordu. Ama yine de, beti benzi solmuş ölümlülerin yanından geçerken Bay Hooperımızın yüzünden o hüzünlü gülümseyiş eksik olmuyordu.

Siyah peçenin, tüm kötü etkilerine karşın, yüzüne takanı çok liyakatli bir papaz kılan cazip bir etkisi de oldu. Bay Hooper, bu esrarengiz simge sayesinde –görünürde başka bir neden yoktu çünkü– günahları yüzünden azap çeken ruhlar üstünde müthiş bir egemenlik kurdu. İnananları ona hep içlerinden gelen bir huşu içinde yaklaşıyorlar, kendilerini ilahi ışığa kavuşturmadan önce o siyah peçenin ardında onunla birlikte olduklarını üstü kapalı bir biçimde de olsa doğruluyorlardı. Peçenin verdiği kasvet, gerçekten de papazın bütün karanlık duyguları anlayıp paylaşabilmesini sağlıyordu. Can çekişen günahkârlar inleyerek Bay Hooper’ı çağırıyorlar, peçeli yüz üzerlerine eğilip ruhlarını yatıştırırken korkuyla ürperseler de o gelmeden son nefeslerini vermiyorlardı. Ölüm yüzünü gösterdiğinde bile, siyah peçenin dehşeti hükmünü sürüyordu! Yabancılar, ta uzaklardan, yüzünü görmek yasak olduğu için sırf onun cismini seyretmek gibi yersiz bir amaçla kilisesindeki ayinlere katılmaya geliyorlardı. Ama pek çoğu daha oradan ayrılmadan cin çarpmışa dönüyordu! Bay Hooper, bir seferinde, Vali Belcher iş başındayken, seçim vaazını vermekle görevlendirilmişti. Yüzünde siyah peçesiyle eyalet başkanı ve meclisi ile temsilcilerin karşısına dikilmiş, verdiği vaaz dinleyenlerin o denli yüreğine işlemişti ki o yıl alınan yasama önlemlerine bir vakitler atalarımızın yönetiminde rastlanan karanlık ve sofuluk damgasını vurmuştu.

Böylece, Bay Hooper, dışarıdan bakıldığında kusursuz, ama yürek burkan kuşkularla yüklü uzun bir hayat yaşadı; sevecendi, kalbi sevgi doluydu, ama hiç sevilmedi, dahası içten içe bir korku saçtı; herkesin sağlıklı ve mutluyken uzak durduğu, ancak ölümle pençeleştiğinde yardıma çağırdığı, insana hasret bir insan oldu. Geçip giden yıllarla birlikte kapkara peçesine düşen saçları karbeyaz olduğunda, New England’ın tekmil kiliselerinde saygınlık kazanmış, artık Peder Hooper olmuştu adı. Köye yerleştiği sıralar yaşını başını almış olan cemaat üyelerinin hemen hepsinin cenazesini kaldırmıştı:

Bir cemaati kilisede, ama daha kalabalık bir cemaati de kilise mezarlığındaydı; yıllar boyunca gece geç saatlere kadar kendini paraladıktan, işini özene bezene yaptıktan sonra, artık Peder Hooperımızın ruhunun da huzura kavuşmasının vakti gelmişti.

Yaşlı papazın ölüm döşeğinde yattığı odanın soluk mum ışığında pek çok kişi göze çarpıyordu. Tek bir akrabası bile yoktu. Ne ki, kurtaramayacağı hastasının son ağrılarını hafifletmeye çalışan hekim kayıtsız da olsa duruma uygun ciddiyetiyle başındaydı. Diyakozlar ve kilisesinin gayetle dini bütün üyeleri de gelmişlerdi. Vadesi dolmakta olan papazın başucunda dua edebilmek için hemen koşup gelen genç ve hevesli Westbury papazı Muhterem Bay Clark da oradaydı. Bir de hemşire vardı, ama parayla tutulmuş bir hizmetkâr değil, dingin sevgisini bunca zamandır, saçı başı ağarmışken de gizliden gizliye, bir başına sürdürmüş ve vakit eriştiğinde bile yitirmeyecek olan biri. Elizabeth’ten başka kim olabilirdi ki! Ve Peder Hooperımızın ak saçlı başı ölüm yastığının üzerindeydi; o siyah peçe hâlâ alnından başlayarak bütün yüzünü örtüyor, gittikçe zorlaşıp zayıflayan her nefesiyle hafifçe kıpırdıyordu. Bu tül parçası hayatı boyunca kendisiyle dünya arasına perde çekmişti: Onu keyifli arkadaşlıklardan ve kadın sevgisinden yoksun kılmış, zindanların en kasvetlisine, kendi yüreğine hapsetmişti; üstelik, iç karartıcı odasını daha da boğucu kılarcasına ve sonsuzluğun gün ışığını ondan esirgercesine hâlâ yüzünde asılı duruyordu. 

Bir süre önce, aklı başından gitmiş, geçmişle şimdi arasında umarsızca gidip gelmiş, ara sıra da adeta ileriye atılarak kendisini bekleyen dünyanın belirsizliğine dalmıştı. Onu döşeğinde bir o yana bir bu yana savuran hummalı nöbetler, kalan son gücünü de alıp götürmüştü. Ne var ki, en şiddetli kasılma nöbetleriyle boğuşurken, zihni en akla hayale gelmeyecek tuzaklara düşerken, hiçbir şeyi doğru dürüst düşünemezken bile o siyah peçenin yüzünden kaymaması için duyduğu akıl almaz kaygıyı elden bırakmıyordu. Kaldı ki, şaşkına dönmüş ruhu bunu unutacak olsa bile, en son erkekliğin alımlı günlerinde gördüğü bu yaşlı yüzü bakışlarını kaçırarak örtecek sadık bir kadın başucunda bekliyordu. Ölümle pençeleşen yaşlı adam artık zihni de, bedeni de bitkin düşmüş olarak sessiz sakin yatıyor, nabzı nerdeyse hissedilmiyor, nefes alışı gittikçe zayıflıyordu; birden, ruhunu teslim edeceğini duyururcasına uzun, derin ve düzensiz bir nefes aldı. 

Westbury papazı yatağın yanına yaklaştı.

“Muhterem Peder Hooper,” dedi, “bu dünyadan göçeceğiniz an geldi. Artık sonsuzlukla aranıza giren bu peçeyi kaldırmaya hazır mısınız?”

Peder Hooper ilkin başını hafifçe oynatarak karşılık verecek oldu, ama belki de yanıtının yeterince anlaşılmamış olabileceği kaygısıyla kendini konuşmaya zorladı.

“Asla,” dedi duyulur duyulmaz bir sesle, “ruhum o peçe kaldırılıncaya kadar sabırla direnecek.”

Muhterem Bay Clark, “Kendini bütünüyle ibadete vermiş, tepeden tırnağa günahsız, sözüyle de özüyle de mübarek bir insanın Tanrı’nın rahmetine kavuşmak üzereyken böyle davranması yakışık alır mı?” diye sordu.

“Kilisemizin bir papazının anısına gölge düşürmesi, lekesiz bir hayatı karartması yakışık alır mı? Yalvarırım, muhterem biraderim, sakın izin verme
böyle bir şeye! Son nefesini verirken o tertemiz yüzünü göster de yüreğimizi ferahlat. Sonsuzluğun peçesinin kalkmasını beklemeden, bırak şu siyah peçeyi kaldırayım yüzünden!”

Muhterem Bay Clark böyle dedi ve onca yıllık sırrı gün yüzüne çıkarmak için öne eğildi. Ama birden canlanarak izleyenlerin ağzını açık bırakan Peder Hooper, ellerini yatak örtüsünün altından çıkarıp sımsıkı siyah peçenin üstüne bastırdı; hani, Westbury papazı ölmekte olan bir adamla uğraşmaya kalkacak olsa, karşı koyması işten değildi.

“Asla!” diye haykırdı peçeli papaz. “Hayatta olmaz, asla!”

“Seni kara yüzlü ihtiyar!” diye bağırdı Papaz Clark yüreği yerinden oynayarak. “Ruhunda nasıl bir korkunç günahla son nefesini veriyorsun?”

Peder Hooper belli belirsiz inildedi; gırtlağından bir hırıltı geldi; ama müthiş bir çabayla son bir kez konuşabilmek için sanki hayata sımsıkı tutunurcasına ellerini ileriye uzattı. Dahası yatağında doğrulup ölümle sarmaş dolaş oturdu; bu son anda, siyah peçesi, bir ömür boyunca saldığı dehşetin ürkünçlüğüyle hâlâ yüzünden aşağıya sarkıyordu. Üstelik yüzünde sık sık belirir gibi olan o hayal meyal, hüzünlü gülümseyiş sanki belirsizliğinden sıyrılmış, Peder Hooper’ın dudaklarında geziniyordu.

Peçeli yüzünü, çevresinde toplaşan, sapsarı kesilmiş yüzlerle kendisini izleyenlere çevirerek, “Neden yalnızca bana baktığınızda zangır zangır titriyorsunuz?” diye bağırdı. “Birbirinize baktığınızda da titresenize! Erkekler köşe bucak kaçtılar benden, kadınlar azıcık olsun acımadılar bana, çocuklar beni görünce çığlıklar atarak çil yavrusu gibi dağıldılar! Sırf bu siyah peçem yüzünden, öyle mi? Şu tül parçasını simgelediği sırdan başka ne bu kadar korkunç kılmış olabilir ki? Dost dosta, sevgili gözü gibi sevdiğine yüreğinin en gizli köşesini açar da, insanoğlu günahının sırrını tiksinç bir biçimde içine gömer, Yaradan’ının gözünden kaçırmaya çalışır; sonra da tutar, ardında yaşadığım ve öleyazdığım simge yüzünden benim bir canavar olduğuma hükmeder! Çevreme bakıyorum ve biliyor musunuz ne görüyorum: Her yüzde bir Siyah Peçe!”

Onu dinleyenler birbirlerinden korkarak birbirlerinin yüzüne bakmaktan kaçınırken, Peder Hooper sırtüstü yatağına yığıldı, bu peçeli ölünün dudaklarında belli belirsiz bir gülümseyiş kaldı. Peçesini çıkarmadan tabutuna koydular ve peçeli ölüsünü toprağa verdiler. O mezarın üstünde yıllar boyunca otlar boy attı ve soldu, mezar taşını yosun bürüdü ve Bay Hooperımızın yüzü toprak oldu; ama bu yüzün o Siyah Peçe’nin ardında çürüdüğü düşüncesi hâlâ korku salar yüreklere!

Nathaniel Hawthorne

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu