Bilim Kurgu HikayeleriDehşet ÖyküleriGenesisKıymetli Yazarlarımızdan SeçmelerKorku Hikayeleri

 “Cehennem Kulesi” (Altıncı Bölüm) GENESİS HİKAYELERİ

Bilim Kurgu Hikayesi

 “Cehennem Kulesi” (Altıncı Bölüm)

GENESİS HİKAYELERİ

El konulan silahlarımız meraklı kalabalığın içinde elden ele dolaştırılırken, kabilenin şefi tüm o hengamenin içinden mucizevi bir şekilde, hiçbir şey olmamış gibi sapasağlam çıkabilmiş olan arabaya yöneldi. Onun bu hareketini fark eden bir grup vahşi, tekerleklerin, kasanın ve sandığın altın kapaklarının üzerinde merakla gezinen ellerini çekip sağa sola kaçıştılar. Tekerleklerden tırmanıp arabanın kasasına çıkan şef, sandığa dikkat kesildi ve onu incelemek için uzattığı elleri, Güngör’ün sesi duyulunca havada asılı kaldı. Şef onun neden bahsettiğini o an anlamamış olsa da sesindeki uyarıcı tonu yakalamış gibi görünüyordu.

“O kutsal bir sandıktır!” demişti Güngör.

Şahset bunu tercüme edince, şef arabadan aşağı atlayıp bize doğru yürüdü ve Göngör’ün burnunun dibine kadar yaklaşıp durdu. Keskin bakışlarında, karşısındaki kişinin gücünün sınırlarını kestirmeye çalışan bir yön vardı. Bu karşılıklı meydan okuma, az ötemizde, kalabalığın en hareketli yerinde gerçekleşen bir patlamayla sona erdi. Yanmış ceset parçaları yağmur gibi üzerimize yağarken, vahşiler korkudan birbirlerinin arasına sokuldu. Anlaşılan o ki Güngör’ün büyü toplarını inceleyen bir grup vahşi dikkatsizce davranmış ve cehennemin dibini boylamıştı.

Şef sinirli bir şekilde kalabalığa emirler yağdırdıktan sonra, vahşiler sarmaşık halatlarını arabaya bağlayıp çekmeye başladılar. Araba yokuşu ağır ağır çıkarken, yerlere serilmiş olan cesetler baraklar tarafından sürüklenip toplanıyordu. O sırada sırtlarımıza dokunan mızrak uçları, yukarı çıkmaya başlayan kalabalığa eşlik etmemiz konusunda bize telkinde bulunuyordu. Çevremizi sarmış olan barakların ve onların zehirli mızraklarının arasında hep birlikte ilerlerken kar yağışı şiddetini arttırmaya başladı. Artık iyice çökmüş olan karanlık, kulenin tepesindeki anaforun çevresinde sürüklenip duran bulutların içinde çatallanıp kaybolan şimşeklerle, gündüz gibi aydınlanıyordu. Yürüyüşümüz sırasında Erdinç ne zaman Güngör’ün yakasına yapışacak olsa, birkaç barak mızrağını gırtlağının üzerinde buluyordu ve bıkıp usanmadan yağdırdığı hakaretler, barakların ayak seslerinin, sürtünen kıyafetlerinin hışırtılarının ve kendi dillerinde söyledikleri şarkı ya da ilahilerin gürültüsü içinde boğulup kayboluyordu. İlerledikçe yerdeki siyah kar örtüsü kalınlaşıyor ve sivri yapraklı bitki toplulukları daha sık görülüyordu. Yukarıda sıra sıra titreşen sıcak renkli ışıklar göründüğünde, davullar ve borular çalmaya başladı. Yamaçlara oyulmuş sayısız mağaranın ateşin hareketli ışıklarıyla aydınlanan ağızlarında bir bir beliren siluetler, hoplayıp zıplayarak bize el sallıyordu. Daha da ilerleyince yamacın önündeki geniş meydan, yanan büyük ateş ve çoğunlukla kadınlardan oluşan kalabalık görüş açımıza girdi. Meydana girdiğimizde büyük ateşin çevresinde aptalca danslar ediliyordu ve arabamız şefin gözetiminde büyükçe bir mağaranın önüne çekiliyordu. Sonra kalabalık açıldı ve mızraklar bizi ateşin önüne doğru itti. Bunu kabilenin yeni oyuncaklarını ateşin yeterli ışığında sergilemek için yaptıkları çıkarımında bulundum, fakat sonra aklıma çok daha başka ihtimaller geldiğinde dehşete kapıldım. Bir grup vahşi etrafımızda garip dans figürleri sergilerken, özellikle kadınlar tarafından ayrıntılı bir incelemeye tabi tutulduk. Biz üzerimize uzanan meraklı elleri savuşturmaya çalışırken, Güngör kalabalığın ötesinde olup biten bir şeyleri daha net bir şekilde görebilmek için doğru açıyı yakalamaya çalışıyordu. Başımı onun baktığı yöne çevirdiğimde, şefin arabanın üzerine tırmandığını gördüm. Adam sandığın altın kapaklarını açıp başını bombaya doğru uzattığında, Güngör’ün yüzünde gülümsemeye benzer bir ifade yakaladım, fakat o an buna herhangi bir anlam veremedim. Sonra bir vahşi, kadınların arasından çıkıp önümüze atıldı ve eliyle mağaralardan birini işaret ederek bir şeyler söyledi.

“Eğlence sona erdi, gidiyoruz.” dedi Şahset ve sırtlarımıza dokunan mızraklar hareketlerimizi hızlandırdı.

Vahşilerin bizim için uygun gördükleri mağara bir hapishaneden çok bir misafirhaneyi andırıyordu. İçerisi geniş ve sıcaktı. Yorgunluğumuzu üstümüzden atmamız için düşünülmüş deri döşekler, yanan ateşlerin çevresine serilmişti ve ben de içeri girer girmez, kendimi bu döşeklerin mağara ağzının en uzağında kalanlarından birinin üzerine atıp, sırt üstü uzandım. Öyle sanıyorum ki mağara girişinden ne kadar uzakta olursam o kadar güvende olacağım gibi ahmakça hisse kapılmıştım. Boynumdaki kafatası kolyesi, başımda dikilen nöbetçiler ve Erdinç’in söylenmeleri dışında rahatımı bozacak hiçbir şey yokmuş gibi görünüyordu bu mağarada. Çok bunaldığım bir esnada, kolyeyi boynumdan çıkarırken arkamdan kafama vuran bir mızrak, beni bu girişimimden anında vazgeçirdi. Gözlerimi kapatıp tam uykuya dalmak üzereydim ki kadife gibi çok hoş bir kadın sesi duydum ve gözlerimi açtığımda başucumda dikilip bana doğru eğilmiş olan bir kadın gördüm. Başının sol yanı kazınıp, kızıl saçı sağ yanında döktürülmüştü ve esmer yüzü hoş bir gülümsemeyle aydınlanıyordu. O kadar güzeldi ki alnına ve yanaklarına çakıyla oyulmuş işlemeler bile ona güzelliğinden pek bir şey kaybettirememişti, fakat tüm bu çekiciliğine rağmen, insanı ürperten bir yanının da olduğu apaçık ortadaydı. Elinde tuttuğu güveci ve testiyi yere koyduktan sonra pelerinini çıkarıp yanıma oturdu. Göğüslerini ve biçimli uzun bacaklarını saran kıyafetinin insan derisinden dikilmiş olduğunu fark edince bir an neden irkildim, bilmiyorum. Oysa ki o da üstünde yattığım döşekle aynı malzemeden yapılmıştı ve hatta belki de döşeklerin bu kadar yumuşak olmalarının nedeni, insan saçıyla doldurulmuş olmalarıydı.

Kadınla bir süre boyunca karşılıklı olarak birbirimizi gözlemledik. Saçının kazınmış tarafında gördüğüm küpesi, sanki kurutulmuş insan kulağıymış gibi geldi bana. Kemik gerdanlığı ve kıyafetinin açıkta bıraktığı göbeğindeki takı da insan kemiğindendi muhtemelen. İnsanı dehşete düşüren bu gibi nesnelerin, yabancı bir kültürün gündelik hayatında bu denli sıradanlaşmış olduklarına şahit olmak, gerçekten de çok ilginç bir deneyimdi. Belki o an yanımda oturan kadın da bana bakıp aynı şaşkınlığı ve iğrentiyi yaşıyordu.

“Omua.” dedi kadın tuhaf bir telaffuzla, getirmiş olduğu güveci bana doğru uzatırken.

Ben güveci elinden alırken, tek eliyle kemik gerdanlığına dokunarak tekrar aynı kelimeyi telaffuz etti. Bu o iğrenç kokulu ve görünümlü et yemeğinin adı mıydı, barakçada yeme fiili miydi, yoksa kadının kendi adı mıydı bilmiyorum, ama onu hep “Omua” adıyla hatırlayacağım.

Ona kendi adımı söylediğimde, komik bir telaffuzla adımı tekrarladı. Ben gülünce o da güldü. Sonra yemeği, ne etinden yapılmış olduğunu düşünmemeye çalışarak yemeye başladım ve damakta kekre bir tat bırakan et parçalarını, ağzımda fazla evirip çevirmeden hızlı hızlı yuttum. Gariptir ki Omua’yla geçirdiğim o süre zarfında arkadaşlarımın neyle meşgul olduklarına bakma ihtiyacı hiç hissetmedim. Muhtemelen onlar da benim gibi döşeklerine oturmuş, kendilerine sunulmuş olan bu yeni tadı deneyimliyorlardı, çünkü uzun zamandır bir şeyler yememiştik.

Ben testideki pis kokulu siyah suyu yudumlarken, Omua döşeğe uzanıp pelerinini üzerine örttü. Sonra ben de yanına kıvrılıp yattım. Karşımdaki o kocaman yeşil gözler, beni vakti geldiğinde kesilecek olan bir çiftlik hayvanı olarak görüyordu belki ama yine de uyurken onları izlemek güzeldi.

Sabah barakların çirkin boru sesleriyle uyandım. Omua başucumda oturuyordu. Bir an gözlerim arkadaşlarımı aradı ama hiçbiri mağarada değildi. Önce başlarına bir şey geldiğini düşünüp endişelendim, fakat sonra esirlerin altı gün boyunca barak köyünde, iki vahşi nezaretinde serbestçe dolaşabileceği kuralını hatırladım.

Omua elimden tutup beni mağaradan dışarı çıkardı ve köyü gezdirmeye başladı. Yağışsız ve esintisiz bir sabahtı. Mağara önlerine oturmuş olan baraklar ceset derisi soymak, ateş yakmak ve mızrak yapmak gibi gündelik işlerle meşgullerdi. Yürürken sağımızdan solumuzdan geçenler, durup bana yiyecek bir şeyler sunuyordu. Muhtemelen, kesilecek bir hayvanı besiye tutmakla eşdeğer bir nedenle bana sunulan bu garip yiyeceklerin hepsini geri çevirdim, fakat yaşlı bir kadının bana uzattığı bir avuç kurutulmuş eti Omua alıp elime tutuşturdu ve ben de köydeki gezintim boyunca böyle bir atıştırmalığın iyi geleceğini düşünüp, onları cebime doldurdum. Araba ve kutsal sandık dün akşamki yerinde olduğu gibi duruyordu. Gezinirken bir ara, bizi takip eden nöbetçilerin peşimizi bıraktıklarını sanarak sevindim ama dikkatli gözlerle inceleyince, o iğrenç iki yüzün kalabalığın içinden beni izlediğini gördüm. Omua beni kendisinin yaşadığı mağaraya götürüp, ters çevrilmiş bir kafatasına dikilmiş olan etobur süs bitkisini, üzeri törpülenerek düzleştirilmiş bir kayadan ibaret olan masasını ve bu masa üzerinde yarım kalmış olan takı yapımı çalışmasını bana gösterdi. Oturup masadaki kemikleri ve renkli taşları, yarım bırakılmış olan takılara dizmeye başlayınca, Omua da yanıma oturup bana katıldı. Boynumda asılı olan kuru kafa kolyem görüş açımı daralttığı için, bu uğraşım esnasında biraz zorlandım ama yine de bir kolyeyi tamamlamayı başarıp, onu Omua’nın boynuna taktım. Sonra, mağaranın duvarlarındaki oyuklara yerleştirmiş olan kuru kafalar dikkatimi çekti. Bu süslü kuru kafaların göz çukurlarına yerleştirilmiş renkli taşlar, mağara içinde yanan ateşlerin hareketli ışıklarıyla parlayıp bizi izliyordu. Omua bu şeylere dikkat kesildiğimi fark edince duvara doğru yürüdü, bu süslü kuru kafalardan birini alıp üzerine bir öpücük kondurdu ve sonra da onu özenle tekrar yerine yerleştirdi. Anlaşılan o ki baraklar ölen yakınlarının kafataslarını bu şekilde muhafaza ediyorlardı. Evlerinin duvarlarındaki bu gözetleyen tuhaf mezarlar sayesinde, ölmüş yakınlarıyla her an göz göze gelebiliyorlardı ve onların geri kalan iskeletlerine ne yaptıklarını ise Allah bilirdi.

Omua’nın evindeki misafirliğim bittikten sonra dışarı çıkıp köyden uzaklaştık ve kulenin alt kısımlarına doğru yürüdük. O kadar çok aşağılara indik ki bir süre sonra, yerdeki kar örtüsünün sona erdiği yamaçlara ulaştık. Etobur ormanlarda dolaşıp nahoş tatlı meyveler topladık, kulenin siyah göllerinin üzerinde taşlar sektirdik ve içinde çürük et kokulu turuncu çiçeklerin açtığı kırlara uzanıp kara bulutların, gökyüzündeki anaforun çevresindeki çılgın dönüşlerini seyrettik. Bir ara gözüm aşağıdaki puslu manzarada, köyümün olması gerektiği bir noktaya takıldığında aklıma kaçma fikri geldi. Ellerinde yaylarıyla uzaktan bizi izleyen iki vahşiyi nasıl alt edeceğimi düşünüp tartarken, Omua’yla göz göze gelince plan yapmaktan vazgeçtim. O derin yeşil gözler, savaşçı yanımı zayıflatıp yok eden birer tılsım gibiydiler. Belki de Omua’nın yanımda olması tam da böyle bir misyonun gereğiydi. Acaba kolyemdeki kuru kafaların tükendiği gün kızarmış etimin tadını beğenecek miydi? Barakların esaretinde olduğum süre boyunca, bizlerin birtakım duygular yüklediği kavramların, onlar için çok farklı anlamlar ifade ettiğini deneyimledim. Aile yapıları ve sosyal yaşantıları bizden çok farklı olan ve esirlerine, onları öldürecekleri güne değin misafir gibi davranacak kadar garip bir topluma ait olan Omua, gözlerimin içine bakarken aklından neler geçiyordu acaba?

Başımdaki bu iki vahşiyi atlatıp kaçmayı başarabilsem bile bu onurlu bir davranış olmazdı ve döneceğim köyümde hep aşağılık bir korkak olarak anılırdım. Kadim atalarımızın laneti üzerimde olurdu ve diğer tarafta ruhum sonsuza kadar ızdırap çekerdi. Şu da vardı ki Güngör asla nedensiz bir şey yapmazdı ve köyümüzdeki herkes büyücülerimize güvenilmesi gerektiğini bildirdi. Üstelik Güngör’ün de her zaman söylediği gibi, ilahi güçler bizimle birlikteydi.

Ben aklımdan bunları geçirirken, Omua aniden kolumdan tutup çekti ve sık bir çalılığın arkasına doğru koşarken, beni peşinden sürükledi. Sonra kendisi yere eğilirken beni de başımdan tutup yere eğdi. Az önce bulunduğumuz yere bir şeytanın uzantıları inince, Omua’nın bu garip davranışı neden sergilediğini anladım. Barakların kulakları oldukça hassastı ya da derilerindeki tüyler hava akımındaki ani değişiklikleri çok iyi algılıyordu. Binlerce yıl boyunca şeytanlardan saklanarak, bu kulede varlıklarını sürdürebilmiş olmalarını, bu keskin duyularına borçlu olmalıydılar.

Şeytanın uzantıları, karşımızdaki kırları alt üst ettikten sonra tekrar yukarı çekildi. Bir süre sonra, Omua’nın kolumu tutan elinden kurtulup barakların köyüne doğru yürümeye başladım.

Mağaramıza girdiğimde arkadaşlarımı, içeride yanan bir ateşin başında otururlarken buldum. Ben onların yanına giderken, Omua geride durup beni izlemeyi tercih etti.

“Nerelerdeydin çömez?” diye bağırdı Erdinç beni görünce. Yüzünün iskelet kısmındaki oyuk göz çukuruna lila renkli parlak bir taş yerleştirmiş olduğunu görünce, onun da köydeki diğer mağaraları dolaşmış olduğunu anladım.

“Uyandığımda sizi göremedim. Ben de bu zamana kadar etrafta dolaştım.” diye cevap verdim.

“İyi yapmışsın,” dedi Şahset, “Aslında biz de bundan pek farklı bir şey yapmadık.”

“Aklın başında değildi ha?” diye çıkıştı Erdinç, yüzünün sağlam yanını bana dönerek ve sonra da çenesiyle Omua’yı işaret ederek “Bu kadının aklını başından almasına izin vermemelisin.” diye sözlerine devam etti. Sonra da bana yeni gözünü göstererek “Nasıl olmuş çömez, eskisinden daha iyi değil mi?” diye sordu.

“Harika olmuş.” diye cevap verdim.

Ben yanlarına oturduktan sonra, arkadaşlarım sohbetlerine kaldıkları yerden devam ettiler.

“Nerde kalmıştım?” diye sordu Turan ve sonra da “Güveci anlatıyordun.” diye hatırlattı Şahset.

“Hah! Güveç…” dedi Turan, “ İşte sonra o yaşlı kadınların karıştırdığı o kocaman güvece eğilip baktığımda, bir insan ayağının ve kellesinin, vahşilerin pişirdiği çorbanın içinde dönüp durduğunu gördüm. Sonra Erdinç gelip güvece bir tekme savurdu ve kadınların çorbalarını toprağa içirdi. Güveç yokuş aşağı yuvarlanırken, ayakları haşlanan vahşiler kendilerini karlara atıp debeleniyorlardı.”

“Nöbetçiler ne yaptı peki?” diye sordu Şahset.

“Hiçbir şey,” diye cevap verdi Turan, “Erdinç karnını tutup kahkahalar atarken ve benim korkudan dizlerim titrerken, nöbetçiler tüm bu olanlarda hiçbir sıra dışılık yokmuş gibi durup bizi izlediler.”

“Gerçekten ilginç.” dedi Şahset.

“Bunda hiçbir ilginçlik yok,” diye karşılık verdi Erdinç, “bu vahşilerin hepsi salak, o kadar.”

Düşmanın hafife alınması zafiyeti beraberinde getirir.” diye araya girdi Güngör.

“Öyle mi, peki ne yapmamız gerekiyor?” diye karşılık verdi Erdinç, “Peki senin şu dahiyane planın nedir Güngör? Bu vahşiler bizleri kızartıp yediklerinde, kart etlerimizle midelerini bozup, onları karın ağrısından mı öldüreceğiz yoksa?”

“Sabret kardeşim, ilahi güçler bizimle birlikte.” diye cevap verdi Güngör.

Ne tesadüftür ki Erdinç’in sözleri biter bitmez, nöbetçiler gelip boyunlarımızdaki kolyelere dizili kuru kafalardan birer tane eksilttiler.

“İşte Güngör, muhteşem planın tıkır tıkır işliyor. Közde kızartılmak için beş günümüz kaldı.” dedi Erdinç.

İçlerinde Omua’nın da bulunduğu güzel kadınların getirdiği akşam yemeklerimizi yedikten sonra tuhaf bir şey gerçekleşti. Önce dışarıda bir boru çalındı ve az sonra bir grup vahşiyle birlikte, kabilenin şefi gelip içeri girdi. Şef bir değnekten destek alarak, güçlükle ayakta duruyordu ve teni erimiş bir peynir gibi, yüzünden ve ellerinden aşağı sarkıyordu. Gözlerinin önüne süzülmüş alnı, görüşünü kısıtlıyor olmalıydı ve çenesine akmış yanakları nedeniyle, konuşmakta güçlük çekiyordu. Bir şeyler söylemeye çalıştı ve Şahset bu sözleri dilimize çevirdi.

“Bana nasıl bir büyü yaptınız?” demişti vahşilerin şefi.

“Üzerindeki şey bir büyü değil kabile şefi,” diye cevap verdi Güngör, “sen tanrıların lanetini üzerine çektin. Biz de sizin tanrılarınıza tapınıyoruz ve buraya kutsal sandığımızı tanrılara sunmak için gelmiştik, fakat sen buna engel oldun. Oysaki ki sandığın kutsal olduğu konusunda seni uyarmıştım. Şimdi korkunç acılar içinde can vereceksin ve ruhun diğer tarafta asla huzur bulamayacak.”

Şef tekrar bir şeyler söyledi ve Şahset bu sözleri şöyle tercüme etti:

“Sen de biliyorsundur ki yarın kutsal bir gün. Sabah öteki dünyada şafak sökecek ve yeni tanrılar dünyamızı ziyaret edecek. Birlikte zirveye çıkacağız ve siz kutsal sandığınızı tanrılara sunacaksınız. Umarım tanrılar kutsal gün hatırına beni affederler.”

“Yarın zirvede, tanrılara senin için dua edeceğim kabile şefi.” diye karşılık verdi Güngör.

Şef ve adamları mağarayı terk ettikten sonra “Halime şükretmeliyim. Ne olmuş bu adama böyle?” dedi Erdinç.

“Gama büyüsü…” diye karşılık verdi Güngör, “Bir emniyet sistemi… Kadim atalarımız tarafından hazırlanmış bir tuzak mekanizması… Sandığın içinde, kurşun bir kapsülde muhafaza edilen radyum elementi vardır. Sandığın kapakları kapandığında mekanizma kapsülü açar, büyü sandığın içine yayılır ve sandığın iç yüzeyindeki kurşun kaplamalar içinde hapsolur. Biz büyücüler, sandığı açmadan önce kapağın üzerindeki kolu çeviririz, kol pimi iter ve böylece kapsül kapanır. Bu sayede gama büyüsünden korunuruz. Sandığı kapattığımızda ise kapsül içeride otomatik olarak tekrar açılır. Barakların şefi, sandığı direkt olarak açtığı için bu büyüye maruz kaldı. Yarın sabah öte dünyada ikiz güneşler doğacak ve baraklar zirveye çıkıp içlerinden birini şeytanlara kurban verecekler. Kabile şefi uğradığına inandığı lanetten kurtulabilmek için sandığımızı zirveye çıkarttıracak. Atlarımızın hepsi telef olduğu için, sandığı zirveye onlarsız çıkaramazdık zaten. Orada ben dua etme bahanesiyle sandığı açıp, bombayı aktif hale getireceğim ve sonra her şey sona erecek.”

Sabah şafak sökmeden yola koyulduk. En önde vahşiler, ilkel aletleriyle yokuştaki kar örtüsünü sıyırıp, yol açıyorlardı. Barakların çektiği araba, yokuşu ağır ağır tırmanmaya başladı. Onun arkasında kabile şefinin tahtırevanı ilerliyordu. Köy meydanında bizi uğurlayan kalabalığın arasında, meşalelerin ışığı bir ara Omua’nın güzel yüzünü aydınlattı. Beni görünce boynundan çıkarıp havada salladığı şey, benim dizip boynuna taktığım kolye olmalıydı. Ona veda etmem gerekiyor muydu, bilmiyordum. Biz uzaklaşırken yüzü karanlığa gömüldü ve bu onu son görüşüm oldu.

Yukarılara çıktıkça, yağan siyah kar şiddetini arttırıyordu. Kulenin tepesindeki anaforun içinden görünen öte dünyanın göğü kızarmaya başlamıştı. Tepemizde dönüp duran kara bulutların içinde tek bir şeytan bile görünmüyordu. Zirveye ulaştığımızda, baraklar arabayı kayadan oyulmuş bir sunağın önüne çektiler ve şeflerinin tahtırevanını yere indirdiler. Bir vahşi ortaya çıkıp soyundu ve sonra baraklar tuhaf danslar sergilerken, sunağın üzerine çıkıp, sırt üstü uzandı. Barakların şefi işaret edince Güngör arabaya doğru yürüdü, kasaya tırmandı ve sandığın kapaklarını açıp bir şeylerle uğraşmaya başladı, fakat bu uğraşı tahmin ettiğimizden uzun sürdü. Geçidin içi gitgide daha fazla aydınlanıyordu ve baraklar artık huzursuzlanmaya başlamışlardı.

Şef bir şeyler söyledi ve hemen ardından Şahset bunu Güngör’e tercüme etti.

“Bu vahşi, sandıktaki işinin neden bu kadar uzun sürdüğünü soruyor.” diye Güngör’e seslendi Şahset.

“Bombanın bağlantılarında bir sorun var. Baraklar sandığın her yerini kurcalamışlar, halletmeye çalışıyorum. Ona tanrıların lanetleriyle ilgili bir şeyler söyle ve onları oyalamaya çalış.” diye karşılık verdi Güngör.

Şahset, şefi oyalamaya çalışıyordu ama baraklar tek tük kaçışmaya başlamışlardı bile, çünkü geçidin içinde şeytanların uzantıları görünmeye başlamıştı. Kalabalığın içinden bağırtılar yükselmeye başladığında, kabile şefi tahtırevanına yerleşti ve köleleri onu omuzlarına kaldırdılar.

“O lanet olası ellerini çabuk tut, Güngör!” diye bağırdı Erdinç.

“Elimden geleni yapıyorum kardeşim.” diye karşılık verdi Güngör.

Yaratıkların uzantıları geçitten aşağı inerken, kalabalık kaçmak için birbirini ezmeye başladı. Erdinç kendi kabilesinden birine çapıp yere düşen bir vahşinin elinden fırlayan mızrağı eğilip yerden aldı ve ucunu göğe kaldırıp, şeytanlarla çarpışmaya hazırlandı. Sonra ben de karların içinde bir mızrak bulup aldım. Kabile şefinin tahtırevanını taşıyan vahşilerden biri koşarken tökezleyip düştü ve tahtırevan devrildi. Sonra karlara yuvarlanan şefin, paniğe kapılıp kaçışan kalabalığın ayaklarının altında ezildiğini gördüm. Gökten inen bir şeytanın uzantıları sunağa yaklaşırken, kurban olmak için uzanıp bekleyen vahşinin çıplak bedeni korkudan titremeye başladı ve az sonra yarı saydam, jelimsi dokulu ve dikenli uzantılar adamı kavrayıp, şeytanın ağzına atmak üzere göğe kaldırdı. Başka bir uzantı, ileride kaçışan vahşileri parça parça ederek bize yaklaştı ve arabaya doğru uzandığı esnada Erdinç elindeki mızrağı fırlatıp şeytanın derisine sapladı. Yara alan uzantı kıvrılarak geri çekilip farklı bir yöne aktı, fakat hemen sonra başka bir uzantı da barakları süpürerek sandığa doğru ilerlemeye başladı. Şahset hızla gelen bu uzantıya doğru koştu, ileri sıçradı ve havada, yere düşerken savurduğu mızrağının keskin ucuyla yaratığın derisini yırttı. Sonra acıdan kıvrılırken kendisine çarpan aynı uzantı, onu bir yöne, mızrağını başka bir yöne fırlattı.

Arkadaşlarım siyah kar fırtınasının içinde, dört bir yandan saldıran şeytanların uzantılarıyla, sırf Güngör’e ihtiyacı olan zamanı kazandırabilmek için var güçleriyle çarpışıyorlardı. Yaratıkların uzantıları, sunağın ötesinde birbirini ezen vahşi kalabalığının içinden, yerdeki karları kaldırarak kıvrıla kıvrıla gelirken, fışkıran kanlar kırmızı bir bulut gibi göğe yükseliyordu. Sonra havada süzüp duran bir şeytan aniden dalışa geçerek, tüm bu dehşet verici manzaranın önüne indi ve açtığı ağzıyla karları sıyırarak, hızla yaklaşmaya başladı. Yaratığın keskin dişleri, havaya savrulan karların içinden bize doğru gelirken bir şeyler yapmalıydım, çünkü bu koca ağız az sonra önce sunak kayasını, sonra üstünde sandığın ve Güngör’ün bulunduğu arabayı ve en sonunda da beni ve diğer arkadaşlarımı yutacaktı. Koşup sunak kayasının üzerinde çıktım ve kanımın son damlasına kadar savaşmak için, elimdeki mızrağın sapındaki kayışı bileğime bağladım. Yaratığın dalgalanan çirkin suratı hızla yaklaşırken, savaşçılık eğitimlerimde bana öğretilen bir şeyi, şeytanların burunlarının acıya karşı daha duyarlı olduğu bilgisini hatırladım. Yaratık burnunda yeterli acıyı hissederse, yön değiştirip yanımızdan geçip gidebilirdi. Mızrağı iki elimle sımsıkı kavradım ve az sonra gerçekleşecek olan çarpışmaya hazırlandım. Ayaklarımı, altımdaki kayaya, dengemi en iyi sağlayacak şekilde bastım ve az sonra gerçekleştireceğim sıçramaya hazırlanmak için, olduğum yerde hafifçe yaylandım. Ağız tam beni yutacağı esnada, kayanın üzerinden yukarı doğru sıçradım ve mızrağımı yaratığın sarkık burnuna sapladım. Şeytan acıyla inlerken, gürültüyle ağzını kapadı ve yükselmeye başladı. Yaratığın burnuna saplanmış olan mızrağa asılı halde göğe çıkarken, şeytanın uzantılarının bana doğru geldiklerini gördüm ve mızrağı olduğu yerden çıkardım. Sonra dev yüzün alnında yuvarlanarak, başın arkasına düştüm ve yaratığın sırtından aşağı kayarken, mızrağımı tekrar şeytanın bedenine sapladım. Bu esnada yaratık tekrar çığlık attı ve yükselmeyi keserek, kuleden uzaklaşmaya başladı. Can havliyle çok fazla hıza ulaşmıştı ve kısa sürede gökyüzünde uzun mesafeler katetmişti. Rüzgâr bedenimi şiddetle sarsarken, tüm gücümle mızrağa tutunuyordum. Bir süre sonra arkamda parlayan bir ışık, bir anda her yeri aydınlattı ve görünen her şey, beyaz ışığın içinde kaybolup gitti. Yaratığın o an çığlık attığını ve sonrasında inleyerek ağır ağır yere süzüldüğünü hatırlıyorum. Kendime geldiğimde, yaratığın sırtında uzanıyordum. Hala hayatta olduğuma göre, şeytan, ben ayıldıktan sonra kendimi bulduğum o çorak dağın eteğine, ölmeden kısa süre önce inmiş olmalıydı. Kalkıp oturduktan sonra, hala bileğime bağlı olan mızrak kayışını çözdüm ve ayağa kalkıp etrafa baktım. Gökyüzü ve görünen her şey, kızıl bir renge bürünmüştü. Uzaktaki dağların konumlarından, ne yönde ve ne kadar uzakta olduğumu az çok tahmin edebiliyordum. Olması gereken yerde kuleyi bulamayınca ve gökyüzündeki geçidin yerinde, mantar şeklinde, kocaman bir bulut görünce, neler olduğunu anladım. Kadim atalarımızın ruhları huzura kavuşmuştu ve cesur arkadaşlarımın ruhları, şimdi onlarla birlikteydi. Başarmıştık, çünkü ilahi güçler bizimle birlikteydi.

HİKAYENİN YAZARI – GENESİS

GENESİS

Hikayenin Bölümleri

Hikayenin 1. Bölümü İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin 2. Bölümü İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin 3. Bölümü İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin 4. Bölümü İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin 5. Bölümü İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin 6. Bölümü İçin TIKLAYINIZ

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir Yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu