Başarı HikayeleriBurak Can

Stephen Hawking Başarı Öyküsü

Stephen Hawking Başarı Öyküsü

İngiltere’de doğan Stephen Hawking çocukluk yıllarını ailesi ile birlikte Londra’da geçirdi. Gayet sağlıklı ve başarılı bir öğrencilik hayatı olan Hawking, 11 yaşına geldiğinde Londra’dan biraz uzakta bulunan St. Albans’taki bir okula gitti. Bu okuldan mezun olduktan sonra babasının da etkisiyle Oxford University College’de eğitimini sürdürdü.

Hawking’in biyoloji uzmanı olan babası Frank Hawking de Oxford University’de eğitim görmüştü. Oğlunun da bu üniversitede eğitim almasını istiyordu ancak ailenin kısıtlı bütçesi nedeniyle Stephen’in okulun verdiği burs sınavını mutlaka kazanması gerekiyordu. İki güne yayılan sınav on iki buçuk saatlik teori ve fizik uygulama testlerinin ardından bir de mülakat sınavını içeriyordu. Üniversitede ders veren eğitmenlerin ve dekanın yaptığı mülakatın asıl amacı adayları daha yakından tanımaktı. Bu sebeple mantıklı veya mantıksız sorulan birçok soruya öğrencilerin zeki yanıtlar vermesini bekliyorlardı. Stephen girdiği teori sınavlarından oldukça yüksek puan almış ve mülakatı da başarıyla geçmişti. Birinci sınıf burstan yararlanma hakkını elde eden Stephen birkaç ay sonra Oxford University’e kaydolması için davet edildi.

1962 yılında Oxford’dan mezun olan Hawking, kozmoloji alanında araştırma yapmak için aynı yılın Ekim ayında Cambridge Üniversitesi’ne giriş yaptı. Albert Einstein’ın mirasçısı ve yaşayan en büyük zihin olarak gösterilen Stephen Hawking’in hayatındaki zorluklar da işte bu dönemden sonra başladı. Hawking’in Oxford’daki son zamanlarında çok küçük belirtilerle kendini göstermeye başlayan hastalığı Cambridge’deki ilk günlerinde daha belirgin hale gelmişti. Zaman zaman ayağı takılıp düşüyor, ayakkabı bağını bağlamada güçlük çekiyor, hatta kavrama yeteneğini kaybettiğini hissederek elinde tuttuğu bir şeyi yere düşürüyordu. Bu küçük sakarlıklar önceleri görmezden gelindi. Belki de her insanın yapacağı sıradan aksaklıklar olarak düşünüldü. Ancak bir süre sonra durumun bu kadar da basit olmadığı anlaşıldı.

Yaşadığı bu sorunlar, arkadaşları ve hocaları tarafından fark edilmemişti; ancak ailesinin yanına gittiği bir dönemde anne ve babası ondaki tuhaflıkları hemen fark edip hastaneye götürdü. Henüz 20’li yaşlarında olan ve o zamana kadar girdiği her sınavda başarı sağlayan bu genç adam için, hayatını tamamen değiştirmeye sebep olan bir hastalık teşhisi konuldu.

Cambridge‘de eğitime başladığı zamanlarda bir yandan araştıracağı ve master yapacağı konu üzerinde duruyor, beynindeki sayısız ve sonsuz soruların cevaplarını bulmaya çalışıyor; bir yandan da yeni yeni kendini göstermeye başlayan hastalığıyla uğraşıyordu. Hawking için her şey yolunda giderken bir anda hayatında bir dizi olumsuzluklar kendini göstermeye başladı. Hastalığın etkilediği ilk yer ağız ve yutak bölgesiydi. Bu yüzden bazen sanki sarhoş olmuş gibi konuşmakta zorlanıyor, dili bir türlü söylemek istediği kelimeleri söyleyemiyordu.

Hawking, ALS (Amyotrofik Lateral Skleroz) adı verilen bir motor nöron hastalığına yakalanmıştı. Stephen Hawking’in hastalığı son derece ciddi, tedavisi olmayan ve yavaş yavaş bedeni bitiren bir hastalıktı; ama işin ilginç kısmı asıl kullandığı yer yani beyni bu durumdan etkilenmemişti. Bu yüzden de dur durak bilmeden düşünmeye, yeni teoriler kurmaya devam etti.

Yaşayan en büyük teorik fizikçi Hawking’in yakalandığı ALS hastalığı merkezi sinir sisteminde, omurilik ve beyin sapı bölgesindeki nöronların kaybı nedeniyle ortaya çıkan bir hastalıktı. Bu nöronların kabiliyetini yitirmesi beraberinde kaslarda güçsüzlüğe ve hatta erimeye yol açıyor. Kaslarda zayıflık ise ilk etapta ağız ve yutak bölgesini etkiliyor. Nitekim Hawking’in de en çabuk zarar gördüğü organı dili oldu ve ünlü fizikçi hastalığının erken evresinde konuşma yeteneğini kaybetmeye başladı.

Hawking’e danışman olarak Dennis Sciama verilmişti. İlk başlarda bu durumdan rahatsız oluyordu çünkü çalışmak istediği isim başka biriydi. Fakat kısa bir süre sonra Dennis Sciama’nın harika bir danışman ve başarılı bir bilim adamı olduğunu gördü. Aralarındaki kuvvetli iletişimin de etkisiyle ona her fırsatta sorular soruyor, bu başarılı eğitmenden tüm verimiyle yararlanmak istiyordu. Hawking yaşama enerjisini ve sevincini kaybetmişti. Herkesten uzaklaşıp, ölüm korkusunun sardığı bedeniyle tek başına kalmayı tercih ediyordu. Tam da istediği doğrultuda giden hayatı bir anda tepe taklak olmuştu. Bedenini yavaş yavaş çürüten bir hastalığa yakalanmış olma düşüncesi onu hızla depresyona çekiyordu. Böyle bir dönemde hayatının yönünü değiştiren, en zor anlarında bile yanında olan, yaşamına ışık gibi doğan bir isim çıktı karşısına.

Jane Wilde adındaki genç kadınla aralarında, hızla ilerleyen ve evliliğe kadar giden bir ilişki başladı. Stephen hastalığı sebebiyle evliliğe sıcak bakmıyordu; fakat Jane’in aşkı öyle büyüktü ki, hastalığın getireceği her türlü zorluğa göğüs germeye hazırdı. Nitekim öyle de oldu, Jane neredeyse tüm hayatını Stephen’a adamıştı. Eşinin tüm kişisel bakımını kendi yapıyor, yemeğini yediriyor, doktora aşamasında tezlerini daktilo ediyor, en önemlisi onunla birlikte olduğu için mutlu olduğunu hissettirebiliyordu.

Jane, Stephen ile evli olduğu süre boyunca üç çocuk sahibi oldu. Bazı zamanlar çocukların ve Stephen’ın bakımı, her şeye yetememe düşüncesi onu bir çıkmazın içine düşürüyordu; ama Stephen ödül aldıkça, her geçen gün dünyanın dört bir tarafından adı duyulmaya başladıkça bu başarıdan payını gurur duyarak alıyordu.

Jane’in tüm bu fedakarlıkları Stephen Hawking’in sayısız ödül almasına, bir çok kitap çıkarmasına, yeni teoriler üretip adını tüm dünyaya duyurmasına yetmişti. Eşinin yardımıyla eğitimini tamamlayıp doktorasını yaptı ve ardından profesör oldu. Hastalığı bedenini hızla ele geçirip, kullanılmaz hale getirmişti; ama zihni hala zehir gibi çalışıyordu. Eğer deneysel fizikçi olsaydı kariyeri çoktan biterdi; fakat teorik fizikçi olduğu için çalışmalarını yapmasına hiçbir şey engel olamadı. Bir süre sonra konuşma yeteneğini tamamen kaybetti, tekerlekli sandalyeye mahkum kaldı. Onun için özel tekerlekli sandalye üretildi ve yazıyı sese dönüştüren özel bir bilgisayar sistemi sayesinde çalışmalarını sürdürmeye devam etti. Onu yakından tanıyanlar, ne kadar eğlenceli ve mizah yeteneği yüksek bir insan olduğunu söylüyor. Ek olarak heyecanı seven bir yapısı da olmalı ki 2007 yılında, 65 yaşındayken özel tasarlanmış bir uçuş sayesinde yerçekimsiz ortamda, tekerlekli sandalyesine bağlı kalmadan hayatının yolculuğunu gerçekleştirdi. Renkli bir kişiliğe sahip olan Hawking yaptığı bu yolculuktaki asıl amacını ise “İnsanlara ruhları engelli olmadıkça fiziksel engellerin onları durduramayacağını göstermek istiyorum,” sözleriyle açıkladı.

45-50 kilo arası ağırlıkta, başını bile tutamayan felçli bir bedenin tüm dünyaya adını duyurması, birçok alanda ödül alması ve bunları sadece aklı sayesinde yapması tek kelimeyle muhteşemliktir. Hayatta imkansız diye bir kelimenin olmadığının göstergesidir. Bana göre Prof. Dr. Stephen Hawking’in hayatı umudunu kaybetmiş her insana okutulmalı ve herkes bu başarılı hikayeden kendine bir ders çıkarmalıdır. Belki de kaderin cilvesi olarak Albert Einstein’ın doğduğu gün (14 Mart 1879), dünyanın gördüğü en büyük fizikçilerden olan Stephen Hawking’in de ölüm günü oldu (14 Mart 2018)

Hikayeyi Gönderen – Burak Can

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu